SANAT VE DÜŞÜNCENİN
YASAK KARŞISINDAKİ TUTUMU NE OLMALIDIR?
Önce düşünceyi ele alalım.
İnsanın doğal ve toplumsal pratiği beyne yansır. Daha önce yansımış ve pratik süreç içerisinde algılama aşamasından geçerek kavramsal bilgi haline gelmiş birikimlerle ya da hâlâ algısal bilgi halinde bekleyen, biçimlenmesini henüz tamamlamamış birikimlerle çatışarak ya da birleşerek yeni bir senteze ulaşır. Bu sentez, şeylerin iç ve dış ilişkilerinin, şeylerle şeyler arasındaki bağların şeylerin kendi içlerinde ve dışlarında var olan zıtlıkların ve benzerliklerin değişen oranlarda kavranması için yapılan zihinsel yargılama ve çıkarsama işlemlerinin sonuçlarını içerir. Akıl-madde, teori-pratik diyalektiğinin ürünü olan bu zihinsel işleme, düşünme; beynin bir işlevi olan düşünmenin ürünü bileşimlere de düşünce diyoruz. Düşüncenin karakterini belirleyen, taşıyıcısının, yani insanın toplumsal varlığı, yani üretim faaliyeti içindeki yeri, mensup olduğu sınıf ilişkileridir. Sınıf mücadelesi, siyasi hayat, bilimsel, kültürel sanatsal uğraşlar, insanın toplumsal pratiğinin unsurları olmakla birlikte, üretim faaliyeti, bütün diğer faaliyetlerinin temeli ve belirleyicisidir.
İnsanın doğal ve toplumsal pratiği beyne yansır. Daha önce yansımış ve pratik süreç içerisinde algılama aşamasından geçerek kavramsal bilgi haline gelmiş birikimlerle ya da hâlâ algısal bilgi halinde bekleyen, biçimlenmesini henüz tamamlamamış birikimlerle çatışarak ya da birleşerek yeni bir senteze ulaşır. Bu sentez, şeylerin iç ve dış ilişkilerinin, şeylerle şeyler arasındaki bağların şeylerin kendi içlerinde ve dışlarında var olan zıtlıkların ve benzerliklerin değişen oranlarda kavranması için yapılan zihinsel yargılama ve çıkarsama işlemlerinin sonuçlarını içerir. Akıl-madde, teori-pratik diyalektiğinin ürünü olan bu zihinsel işleme, düşünme; beynin bir işlevi olan düşünmenin ürünü bileşimlere de düşünce diyoruz. Düşüncenin karakterini belirleyen, taşıyıcısının, yani insanın toplumsal varlığı, yani üretim faaliyeti içindeki yeri, mensup olduğu sınıf ilişkileridir. Sınıf mücadelesi, siyasi hayat, bilimsel, kültürel sanatsal uğraşlar, insanın toplumsal pratiğinin unsurları olmakla birlikte, üretim faaliyeti, bütün diğer faaliyetlerinin temeli ve belirleyicisidir.
Düşüncenin temeli, doğasal ve
toplumsal ilişkilere ve esas olarak da maddi üretimdeki
faaliyetine dayanır. Yansıma olgusu, nesnel gerçekliği ne
derece tam ve bütün boyutlarıyla ifade ediyorsa, yansıyan
şeylerin iç ve dış bağları, aralarındaki ilişkiler ne denli
kavranıyorsa, düşünce o denli gerçeğe yakın olur. Yansıma ne
denli eksik ve yetersizse, düşünce de o denli yetersiz olur.
Yansıyan şeyler arasındaki bağlar ve ilişkiler ne denli
kavranamıyorsa, düşünce o denli sağlıksızdır; yüzeysel
kalır. Hangi konuda olursa olsun, insan düşüncesi
başlangıçta sığdır, yüzeyseldir. Şeyler arasındaki bağlar
kavrandıkça, düşünceler adım adım derinleşir, çokyanlılığa
ulaşır.
İnsanları düşünmeye iten,
doğalsal ve toplumsal ihtiyaçlardır. İnsanlar canları
istedikleri için şöyle ya da böyle düşünemezler. Onları,
birbirlerinden farklı düşünmeye iten maddi zorunluluklar
vardır. Bu nedenler, insan iradesinden bağımsız, varolan
nesnel koşulların ürünüdürler. Bu koşullardan kaynaklanan
zorunluluklar da düşünmenin, düşüncenin, tutum ve
davranışlarımızın maddi temelidir.
Bilim ve siyaset, kitlelere
ulaşmak için çeşitli araçlardan ve organlardan nasıl
yararlanıyorsa, sanat da çeşitli biçimdeki düşünceleri,
kendi özgül yapısı, kuralları ve araçları aracılığıyla
kitlelere ulaştırır. Sanat, alıcısını ve vericisini
biçimleyen nesnel koşulların bizzat kendisidir. Bu
yaklaşım, iradeyle koşullar ve bilinçle koşullar arasındaki
karşılıklı etkileşimi gözardı etmez. İrade ile onun maddi
temeli arasında sürekli bir alışveriş, değişme, değiştirme
işlemi vardır.
Toplumsal düşünce ve sanat,
kültürel süreç içerisinde yerlerini alırlar. Kültür,
insanın yaşamını sürdürmek için yürüttüğü üretim
mücadelesi sürecinde, tarih boyu kazandığı ve
geliştirdiği, yaşamın her alanını ve her boyutunu
ilgilendiren bilgi ve tecrübelerin tümüdür. Ekonomik,
toplumsal, siyasal, tıbbi, felsefi, sanatsal vb. alanları da
kapsamına aldığı gibi, gelenek, görenek, alışkanlık vb.
şeyleri de içerir. Küçük büyük bütün insan topluluklarına bu
topyekün bilgiler yumağı yön verir; insan ilişkilerini
düzenler, kurallar getirir, yargılar, besler, büyütür ve
süreç içerisinde gelişmesini sürdürür. Her ulus, kendi ulusal
kültürüne dayandığı gibi, uluslararası kültür
olanaklarından da uluslararası ilişkiler oranında
yararlanır. Kültür alışverişi, uluslararası planda,
ekonomik ve siyasi ilişkilere bağımlı olarak ele
alınmalıdır.
Ulusal kültür, uluslararası
kültürün, evrensel kültürün temelidir. Ulusal kültür
olmadan evrensel kültür olmaz, olamaz. Ulusal ve evrensel
kültürün, sınıfsal niteliklerinden gelen ikili
tabiatlarından —ilerici ve gerici yanlarından— bu
yazımızda, konuyu dağıtmamak için söz etmeyeceğiz.
Düşünce ve sanat, üretim
sürecinde sıkı sıkıya bağlıdır ve üretim mücadelesinin,
toplumsal ve siyasal mücadelenin hem etkileyicisi, hem de
onlardan etkilenendir. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri
arasındaki çelişme, toplumsal düşüncenin ve sanatın
gelişmesinin temelidir. Bu çelişme, hayatın her alanını
etkiler. Düşünce ve sanat alanlarında varolan, düşünce ve
sanatı geliştiren temel çelişmeler, kaynağını üretim
güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki sınıfsal
çelişmelerden alırlar. Üretim güçleriyle üretim ilişkileri
arasındaki çelişme yok edilebilir mi? Hayır!.. Öyleyse,
üretim güçleriyle birlikte zorunlu olarak gelişen ve aynı
zamanda üretim güçlerinin gelişmesini etkileyen düşünce
ve sanat da önlenemez; gelişmesi belli bir süre önlenebilir
belki, fakat durdurulamaz. Baskı altındaki birikimler
günün birinde ışığa kavuşur. Çünkü düşünce ve sanat
alanındaki başlıca çelişmeler, kaynağını, doğayla toplum
arasındaki çelişmelerden, toplumsal çelişmelerden alırlar.
Doğa ile toplum arasındaki çelişmeler, kaçınılmaz olarak
üretim güçlerini, özellikle de insanı teorik ve pratik
alanlarda geliştirir. Ve giderek, gelişen üretim güçleriyle
çelişen toplum biçiminin parçalanmasını mutlaklaştıran
birikimleri oluşturur.
Her toplum biçimi, kendine özgü
bir kültür yapısına sahiptir. Her toplum biçimi, kendisini
değiştirecek ve yok edecek güçlerini yaratır. Ancak, üretim
güçleriyle üretim ilişkilerinin sürekli uyumunu
sağlayabilecek toplum biçimi, kendi içinde gerekli
değişimleri uygulayarak varlığını sürdürebilir. Bu
sınıfsız toplumdur.
Tarih, bugüne dek beş toplum biçimi tanımıştır. Bu toplum biçimleri şunlardır:
İlkel komünal toplum.
Köleci toplum.
Feodal toplum.
Kapitalist toplum.
Sosyalist toplum.
İlkel komünal toplum.
Köleci toplum.
Feodal toplum.
Kapitalist toplum.
Sosyalist toplum.
Her toplum biçimine özgü üretim
güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişmeler, belli
bir süre uzlaşır niteliktedir. Buna, üretim güçleriyle
üretim ilişkileri arasındaki uyum diyoruz. Her toplum
biçiminin belli bir aşamasında, gelişen üretim güçleriyle,
bu gelişmeye artık uyum gösteremez hale gelen üretim
ilişkileri arasındaki çelişme giderek uzlaşmaz niteliğe
dönüşür. Düşüncenin ve sanatın gelişimi, ekonomik ve
toplumsal gelişmenin önündeki engellerin aşılması
sürecinde, sınıflar arası mücadele açısından
değerlendirilmelidir. Gelişen güçlerin düşüncesi ve
sanatı, sınıf mücadelesinin birer unsurları olarak kendi
içlerinde birbirleriyle ve kendi dışlarında sınıf düşmanı
güçlerin düşünce ve sanatıyla savaşır.
İlkel komünal üretim ilişkileri, sınıflaşmayı doğuran üretim güçlerinin gelişimi sonucu parçalanır. Yeni üretim güçlerine uygun düşen bir üretim biçimi oluşur. Bu, tarihin tanıdığı ilk sınıflı toplum olan köleci toplumdur. Köleci toplum, ilkel komünal topluma göre, daha ileri ve gerekli bir toplum biçimidir. Köleci toplumda, köle sahipleri ve köleler sınıfı, toplumsal yaşamın temelidir. Köle sahipleri, kendi sınıf çıkarlarını korumak, ekonomik ve toplumsal ilişkilerini düzenlemek için bir güce, bir iktidar gücüne gereksinme duyarlar. Bu güç, sınıflaşma hareketiyle birlikte, adım adım, en ilkel biçimiyle de olsa kendini doğurmuş olan devlettir. Devletin görevi, egemenlerin sınıf çıkarlarını korumak için yasalar çıkartmak, kurallar koymak, yasaklar getirmek ve uyum göstermeyenleri, değişen oranlarda şu ya da bu biçimde cezalandırmaktır. Devlet, sınıf baskısının ifadesi olan şiddeti ve şiddetin organlarını gerekli hallerde işleten bir sınıf aygıtıdır. Sürekli ordu ve bürokrasi, devletin iki ana unsurudur. Bu iki unsur, özünde şiddetin uygulayıcılarıdırlar. Şiddetin niteliğini, egemen sınıfları tehdit eden eylem ve davranışların niteliği, egemen sınıfların güçlülüğünün ve güçsüzlüğünün oranı, egemen sınıflara karşı koyan sınıfların güçlülüğünün ve güçsüzlüğünün oranları belirler. En açık biçimiyle, egemen sınıfların şiddeti, gelecekleri konusundaki güvensizliklerin, korkuların ve güçsüzlüklerinin ifadesidir. Bu, her toplum biçiminde, değişen görünüm ve biçimlerde, öz itibariyle böyledir. Şiddet uygulayabilmek, bir açıdan da, güçlülüğün ifadesidir. Bu güçlülük geçicidir.
İlkel komünal üretim ilişkileri, sınıflaşmayı doğuran üretim güçlerinin gelişimi sonucu parçalanır. Yeni üretim güçlerine uygun düşen bir üretim biçimi oluşur. Bu, tarihin tanıdığı ilk sınıflı toplum olan köleci toplumdur. Köleci toplum, ilkel komünal topluma göre, daha ileri ve gerekli bir toplum biçimidir. Köleci toplumda, köle sahipleri ve köleler sınıfı, toplumsal yaşamın temelidir. Köle sahipleri, kendi sınıf çıkarlarını korumak, ekonomik ve toplumsal ilişkilerini düzenlemek için bir güce, bir iktidar gücüne gereksinme duyarlar. Bu güç, sınıflaşma hareketiyle birlikte, adım adım, en ilkel biçimiyle de olsa kendini doğurmuş olan devlettir. Devletin görevi, egemenlerin sınıf çıkarlarını korumak için yasalar çıkartmak, kurallar koymak, yasaklar getirmek ve uyum göstermeyenleri, değişen oranlarda şu ya da bu biçimde cezalandırmaktır. Devlet, sınıf baskısının ifadesi olan şiddeti ve şiddetin organlarını gerekli hallerde işleten bir sınıf aygıtıdır. Sürekli ordu ve bürokrasi, devletin iki ana unsurudur. Bu iki unsur, özünde şiddetin uygulayıcılarıdırlar. Şiddetin niteliğini, egemen sınıfları tehdit eden eylem ve davranışların niteliği, egemen sınıfların güçlülüğünün ve güçsüzlüğünün oranı, egemen sınıflara karşı koyan sınıfların güçlülüğünün ve güçsüzlüğünün oranları belirler. En açık biçimiyle, egemen sınıfların şiddeti, gelecekleri konusundaki güvensizliklerin, korkuların ve güçsüzlüklerinin ifadesidir. Bu, her toplum biçiminde, değişen görünüm ve biçimlerde, öz itibariyle böyledir. Şiddet uygulayabilmek, bir açıdan da, güçlülüğün ifadesidir. Bu güçlülük geçicidir.
Tarihi süreç içinde
biçimlenmesini tamamlayan sınflaşma hareketiyle
birlikte, düşünce, sanat ve kültür de sınıf özelliklerini en
ayırdedici biçimleriyle kazanırlar. Sınıflaşma
berraklaştıkça sınıf düşünceleri de berraklaşır.
Çıkarları çelişen sınıfların düşünceleri de
birbirleriyle çelişir. Çelişmelerin derinleşmesi,
egemenlerin şiddetini artırır. Sınıfsal yasaklar
sınıflarla birlikte adım adım ortaya çıkar. Yasak olgusu,
egemen sınıfların ezilen sınıflara karşı kendilerini
korumak için getirdikleri, yasalarla beslenen, koruyucu ve
gelişeni önleyici, değişik nitelikteki şiddeti içeren
önlemler bütünüdür.
Köleci toplumda köle
sahiplerinin devleti, kölelerin düşüncesini ve sanatını;
feodal toplumda feodal beylerin devleti, serflerin,
işçilerin; ve gelişen burjuvazinin devleti, işçilerin,
köylülerin ve geniş emekçi kitlelerin düşünceleri ve
sanatı üzerinde baskı kurar. Emperyalist burjuvazinin
devleti, hem kendi halkı, hem de bütün dünyanın ezilen
halkları ve milletleri üzerinde, kendisinden daha güçsüz
kapitalist ülkeler üzerinde baskı kurmak ister ve bu
doğrultuda ilişkilerini düzenler. Bizimki gibi yarı
sömürge bir ülkede, burjuvazinin ve toprak ağalarının
devleti emperyalizme bağımlıdır. Baskısı, kendi
çıkarlarıyla birlikte, emperyalizmin çıkarlarını da
korumayı amaçlar. Çünkü kendi varlığı ile emperyalizmin
varlığı arasında binlerce bağ vardır.
Sosyalist toplumda da, işçilerin
köylülerin demokratik diktatörlüğü, burjuvazinin
düşüncesini ve sanatını baskı altında tutar. Sömürü
düzenini yeniden hortlatmak isteyen her türlü girişimi
ezer.
Bu arada belirtilmesi gereken
bir nokta da, kendini sosyalist gösteren, özünde
revizyonizmin iktidarda olduğu ülkelerdeki devletin
durumudur. Oralarda da, revizyonist burjuvazinin
diktatörlüğü, geniş emekçi yığınlar üzerinde, her alanda
baskısını uygular.
Anlaşılacağı gibi, yasak ve şiddet birbirini tamamlayan iki unsurdur. Bizim konu edindiğimiz yasak, sırtını burjuvazinin ve toprak ağalarının “yasal” şiddetine dayayan gerici yasaktır. Şiddete dayanmayan yasak geçerli bir yasak değildir. İster burjuva, isterse proleter karakterde olsun bu böyledir. Toplumsal, düşünsel, sanatsal, siyasal vb. her eylem, egemenlere getirdiği ve getirebileceği zararlar ölçüsünde şiddeti içeren bir yasakla karşılaşır. Yasağa uyulmaması halinde, eylemin niteliğine göre, şiddet şu ya da bu biçimleriyle kendini gösterir. Yasağı ve şiddeti birlikte ele almak gerektiği için, yasaklara karşı direnirken ve yasakları aşmaya, geçersiz kılmaya yönelirken, yasaklara tekabül eden şiddeti de göze almak gerekir. Yasağın ardındaki şiddet göze alınmadan, şiddetin tahribatına karşı hazırlıklı olunmadan yasaklar aşılamaz. Şiddeti göze alan, gerekli disiplin, bilinç ve örgütlenme hazırlıklarını da yapmak zorundadır. Şiddeti göze alan, yasağı şu ya da bu oranda geçersiz kılar. Ya da şiddeti göze alamayan yasak karşısında boyun eğer, teslim olur. Bugün belli demokratik ve siyasi haklar kazanılmışsa, bu, binlerce demokrasi savaşçısının çeşitli baskıları göğüslemesi, işkenceleri yiğitçe aşmasının sonucudur. Kazanılmış her mevzide kan ve acı vardır. Ve bir bütün olarak gelişen sınıf güçleri, başta proletarya olmak üzere, bugünkü demokratik ve siyasi hakların yaratıcılarıdır.
Anlaşılacağı gibi, yasak ve şiddet birbirini tamamlayan iki unsurdur. Bizim konu edindiğimiz yasak, sırtını burjuvazinin ve toprak ağalarının “yasal” şiddetine dayayan gerici yasaktır. Şiddete dayanmayan yasak geçerli bir yasak değildir. İster burjuva, isterse proleter karakterde olsun bu böyledir. Toplumsal, düşünsel, sanatsal, siyasal vb. her eylem, egemenlere getirdiği ve getirebileceği zararlar ölçüsünde şiddeti içeren bir yasakla karşılaşır. Yasağa uyulmaması halinde, eylemin niteliğine göre, şiddet şu ya da bu biçimleriyle kendini gösterir. Yasağı ve şiddeti birlikte ele almak gerektiği için, yasaklara karşı direnirken ve yasakları aşmaya, geçersiz kılmaya yönelirken, yasaklara tekabül eden şiddeti de göze almak gerekir. Yasağın ardındaki şiddet göze alınmadan, şiddetin tahribatına karşı hazırlıklı olunmadan yasaklar aşılamaz. Şiddeti göze alan, gerekli disiplin, bilinç ve örgütlenme hazırlıklarını da yapmak zorundadır. Şiddeti göze alan, yasağı şu ya da bu oranda geçersiz kılar. Ya da şiddeti göze alamayan yasak karşısında boyun eğer, teslim olur. Bugün belli demokratik ve siyasi haklar kazanılmışsa, bu, binlerce demokrasi savaşçısının çeşitli baskıları göğüslemesi, işkenceleri yiğitçe aşmasının sonucudur. Kazanılmış her mevzide kan ve acı vardır. Ve bir bütün olarak gelişen sınıf güçleri, başta proletarya olmak üzere, bugünkü demokratik ve siyasi hakların yaratıcılarıdır.
Yasağın bir biçimi olan sansürü
ele alalım. Sansür nedir? Kabaca ele alırsak sansür, bir eleme,
ayıklama, budama hareketidir ve düşünceyi, düşüncenin
somutlaşmış hali olan sanat eserlerini, özellikle de sinema
sanatını, egemen sınıfların kabul edebileceği bir hale
getirmekle yükümlüdür. Yani egemen sınıflar için sinema
sanatını zararsız hale getirmektir. Yasaklar ve sansür iç
içedir. Sansür yasağın özel bir uygulanış biçimidir. Fakat
topyekün yasağı ifade etmez. Kısmi yasak sayılır. Ancak
sansür, yani kısmi yasak, bir sanat ürünü karşısında çaresiz
kalırsa genel yasağa başvurur.
Örneklerle açıklayalım: Sansür,
bir filmin belli bölümlerini sakıncalı görür, o bölümleri
keser. Yani sadece belli bölümlerin, sakıncalı bölümlerin
gösterilmesini yasaklar. Kesme ve budama işlemi filmi
egemenler için zararsız hale getirebilirse, orada
sergilenen şeyler egemenler için kabul edilebilir duruma
getirilebilirse, film, kuşa dönmüş biçimiyle de olsa
sansürden çıkar. Kesme ve budama işlemi yetersiz kalırsa,
yapılacak iş, filmi toptan yasaklamaktır.
Burada önemli olan nokta, genel
anlamıyla yasakların önünde eğilmemek olmakla birlikte,
kimi zaman bilinçli bir tutumla yasalarla sınırlanmış yasak
duvarları arkasında da, hedefi yasağı parçalamak olan
birikimlerin yaratılması için her alanda çalışmanın
gerektiğidir. Yani tek başına şiddeti hiçe sayarak, yasağı
çiğneyerek çalışmak ya da tek başına yasaklara rıza
gösterip, yasal sınırlar içinde boğulmak yanlış olur. Yasal
sınırlar içinde çalışmak, özünde yasakları parçalayacak
birikimlerin yaratılmasına hizmet ettiği müddetce olumlu
ve gereklidir; vazgeçilmezdir. Yasal sınırlar, aslında
mücadeleye kazanılmış alanlardır ve bu alanlarda çalışmayı
reddetmek, küçümsemek, bu olanakları son kertesine kadar
kullanmamak “sol”culuktur, kesinlikle yanlıştır. Böylesine
bir tavır, geçmişin mücadelesini hiçe saymaktır, geçmişin
olumlu miraslarına sahip çıkmamaktır.
Çelişme, şeylerin doğasında
varolan evrensel bir şeydir. Her şey, zıtların mücadelesini
ve birliğini içerir. Çelişmelerin temel yasası budur. Yasak
ve yasağa karşı mücadele, özünde sınıf mücadelesi
demektir. Sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi evrensel ve
mutlaktır. Sınıflı toplumlarda sınıflar bütün olanakları
ve çeşitli nitelikteki mücadele organlarıyla karşı
karşıya gelirler. Ve hayatın her alanında, hiç durmaksızın
savaşırlar. Sanat ve düşünce alanları da, sınıfsal savaş
alanlarının ayrılmaz bir parçasıdır.
Ülkemizde, emekçi kitlelerin
ekonomik, demokratik, toplumsal ve siyasal taleplerini
içeren mücadeleleri çeşitli nitelikte resmi ve resmi
olmayan gerici baskılarla ezilmek, engellenmek
istenmektedir. Emekçi yığınların mücadelesine omuz veren,
bu mücadelenin ürünü ilerici, devrimci, kültür, sanat ve
düşünce akımları da, kuşkusuz gerici baskılarla
karşılaşacak, engellenmek istenecektir. İşte sansür, sınıf
mücadelesinin egemen sınıflar safında görev yapan bir kurum
olarak özünde faşist bir baskı ve yıldırma aracıdır.
Sansür ve yasaklarla aramızdaki
çelişme, sınıfsal bir çelişmedir. Bu çelişme, emperyalizme
bağımlı işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının siyasi
iktidarı ile emekçi halk yığınları arasındaki çelişmenin,
ilerici ve devrimci sanat ile devletin gerici faşist yöntem
ve araçları arasındaki çelişmenin, sinema planına yansıyan
biçimidir. Sansürün niteliğini değiştirmek ve emekçiler
çıkarına giderek ortadan kaldırmak, sansürün bir devlet
organı olması hesabıyla, ancak devletin niteliğinin
değiştirilmesiyle mümkündür. Sansürün gittikçe
ağırlaşması, aslında gerici burjuva ve toprak ağaları
devletinin, anti demokratik burjuva diktatörlüğünün,
faşist diktatörlük devleti biçimine dönüştürülmesi
çabalarını ifade eder. Bu, kazanılmış birtakım hakların
gaspedilmesidir. Devletin niteliğini değiştirmeden,
devletin niteliğine dokunmadan, tek başına sansürü
değiştirmeyi düşünmek, bu konuda hayaller yaymak
aptallığın ötesinde halkı aldatmaktır. En kanlı faşist
diktatörlüklerde bile, ne denli zor olursa olsun, yasadışı
mücadelenin yanı sıra kuşa döndürülmüş biçimiyle de olsa
yasal olanaklardan yararlanmak ve gaspedilmiş hakları geri
almak için mücadele edilmelidir. Bu mücadele, faşizmin
temellerini yıkmak için gerekli birikimler yaratır. Fakat
devlet yetkililerinden bu konuda şefaat beklemek, onların
“iyi niyet” gösterilerine aldanmak yanlış olur. Bu nedenle
sansüre karşı mücadele ile anti demokratik gerici burjuva
diktatörlüğüne karşı mücadele birleştirilmelidir. Anti
demokratik burjuva diktatörlüğüne karşı mücadele veren
sınıf güçleri arasına bizzat katılmadan sansüre karşı
başarı elde edilemez.
Sonuçta düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: Düşünce, insan iradesinden bağımsız doğal ve toplumsal çelişmelerin ürünüdür. Doğa-insan, toplum-insan, sınıf-sınıf ilişkileri varoldukça, bu ilişkilerden kaynaklanan çelişmeler, bu çelişmelerin ürünü olan düşünceler de var olacaktır. Önlemlerle, baskılarla çelişmeler engellenemeyeceğine, yok edilemeyeceğine göre, düşünceler ve düşüncelerin gelişmeleri de engellenemezler. Gelişen üretim güçleri, gelişmelerinin önünde bir engel olan üretim ilişkilerini parçalayacaktır. Buna bağlı olarak, gelişen üretim güçlerine tekabul eden düşünceler ve sanat eylemleri de önlerindeki yasak duvarlarını parçalayacaktır. Parçalama işlemi, ileri ve devrimci düşüncelerin kitleleri örgütlü olarak harekete geçirmesiyle, onları, maddi bir güç haline dönüştürmesiyle mümkündür. Bu nedenle, devrimci düşünce, doğası gereği, çeşitli araçlarla kitlelere ulaşma tarihi görevini yerine getirirken yasak tanımaz. Yasağı ilke olarak kabul etmek, ona uymak, teslimiyettir. Yasağa rıza gösteren kişiler olabilir; bu, gelişen düşüncenin yasağı tanıması ve önünde eğilmesi anlamına gelmez. Bu, kişilerin sınıf niteliklerinden, bilinç düzeylerinden, deney eksikliklerinden gelen kişisel zaaftır. Devrimci düşünce zaafla uzlaşmaz, zaafın niteliğini kavrar, onunla mücadele eder. Geçici bir süre, yasak sınırları içinde yasal eylemini bilinçle sürdürebilir, fakat kendini taşıyacak, koruyacak ve geliştirecek insan unsurunu yaratarak, kitlelere malolarak engelleri aşar. Yasaklar, ancak çiğnenerek aşılabilir. Bugüne dek de böyle olmuştur.
Devrimci düşüncenin ve sanatın yasak karşısındaki tavrı, teslimiyetçi değil, çiğnemek biçiminde olmalıdır. Akar su yolunu bulur. Önündeki engelleri aşar, dağları deler, denize ulaşır.
Sonuçta düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: Düşünce, insan iradesinden bağımsız doğal ve toplumsal çelişmelerin ürünüdür. Doğa-insan, toplum-insan, sınıf-sınıf ilişkileri varoldukça, bu ilişkilerden kaynaklanan çelişmeler, bu çelişmelerin ürünü olan düşünceler de var olacaktır. Önlemlerle, baskılarla çelişmeler engellenemeyeceğine, yok edilemeyeceğine göre, düşünceler ve düşüncelerin gelişmeleri de engellenemezler. Gelişen üretim güçleri, gelişmelerinin önünde bir engel olan üretim ilişkilerini parçalayacaktır. Buna bağlı olarak, gelişen üretim güçlerine tekabul eden düşünceler ve sanat eylemleri de önlerindeki yasak duvarlarını parçalayacaktır. Parçalama işlemi, ileri ve devrimci düşüncelerin kitleleri örgütlü olarak harekete geçirmesiyle, onları, maddi bir güç haline dönüştürmesiyle mümkündür. Bu nedenle, devrimci düşünce, doğası gereği, çeşitli araçlarla kitlelere ulaşma tarihi görevini yerine getirirken yasak tanımaz. Yasağı ilke olarak kabul etmek, ona uymak, teslimiyettir. Yasağa rıza gösteren kişiler olabilir; bu, gelişen düşüncenin yasağı tanıması ve önünde eğilmesi anlamına gelmez. Bu, kişilerin sınıf niteliklerinden, bilinç düzeylerinden, deney eksikliklerinden gelen kişisel zaaftır. Devrimci düşünce zaafla uzlaşmaz, zaafın niteliğini kavrar, onunla mücadele eder. Geçici bir süre, yasak sınırları içinde yasal eylemini bilinçle sürdürebilir, fakat kendini taşıyacak, koruyacak ve geliştirecek insan unsurunu yaratarak, kitlelere malolarak engelleri aşar. Yasaklar, ancak çiğnenerek aşılabilir. Bugüne dek de böyle olmuştur.
Devrimci düşüncenin ve sanatın yasak karşısındaki tavrı, teslimiyetçi değil, çiğnemek biçiminde olmalıdır. Akar su yolunu bulur. Önündeki engelleri aşar, dağları deler, denize ulaşır.
Devrimci sanat ve düşüncenin yasak karşısındaki doğal tavrı budur.
1 Eylül 1977’de kaleme alınan bu yazı, Güney’in 5. sayısında yayınlandı.
"Mersin Üniversitesi Haber Portalı"