İÇTEN ÇÜRÜK OLAN HİÇBİR ŞEY DIŞA KARŞI BAŞARILI OLAMAZ
Sevgili arkadaşlarım,
Devrimci mücadele, binbir alanda, kökleri toplumsal-ideolojik ve siyasi anlamda çok derinlere varan binbir başlı bir ejderle sürdürülen zorlu ve uzun vadeli bir savaştır. Birey olarak, grup olarak, parti olarak, binbir başlı canavarın şu ya da bu biçimdeki etkilerinin, alışkanlıklarının, eğilimlerinin baskısı altındayız. İnsan bilinci, varlıklarını kendi iradesinden bağımsız sürdüren nesnel koşullarca belirlenir. Üretim faaliyetleri, sınıf ilişkileri, bu nesnel süreç içerisinde yerlerini alırlar. Bütün yüreğimizle devrim istememize karşın devrim yapamıyorsak, bunun nedeni, nesnel koşullara cevap verecek uygunlukta ve bu koşulları geliştirip hızlandırmada rol oynayacak öznel koşulların yetersizliği ve devrimci inisiyatifin, yeterli devrimci kadroların yokluğudur. Çünkü emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında, genel olarak bütün dünyada, özellikle de ülkemizde devrimin nesnel koşulları vardır.
Devrimci mücadele, binbir alanda, kökleri toplumsal-ideolojik ve siyasi anlamda çok derinlere varan binbir başlı bir ejderle sürdürülen zorlu ve uzun vadeli bir savaştır. Birey olarak, grup olarak, parti olarak, binbir başlı canavarın şu ya da bu biçimdeki etkilerinin, alışkanlıklarının, eğilimlerinin baskısı altındayız. İnsan bilinci, varlıklarını kendi iradesinden bağımsız sürdüren nesnel koşullarca belirlenir. Üretim faaliyetleri, sınıf ilişkileri, bu nesnel süreç içerisinde yerlerini alırlar. Bütün yüreğimizle devrim istememize karşın devrim yapamıyorsak, bunun nedeni, nesnel koşullara cevap verecek uygunlukta ve bu koşulları geliştirip hızlandırmada rol oynayacak öznel koşulların yetersizliği ve devrimci inisiyatifin, yeterli devrimci kadroların yokluğudur. Çünkü emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında, genel olarak bütün dünyada, özellikle de ülkemizde devrimin nesnel koşulları vardır.
Öznel koşulların yaratılmasına
katkıda bulunabilecek ve hatta kitlelerin devrimci
saflarda toparlanmasında çok büyük bir rol oynayacağına
inandığım siyasi bir yayın organı için, yaklaşık üç yıldır
çırpınmaktaydım. Ne yazık ki, çevremi saran bir yanda faşist,
gerici, öte yanda da, oportünist, revizyonist, reformist
çemberi, içinde bulunduğum nesnel koşullar nedeniyle
kıramadım. Gücüm yetmedi buna. Birtakım bağımlılıklar,
özellikle de Güney Film’in oportünist, revizyonist
yöneticileri elimi kolumu bağladılar. Gazete ve dergi
konusunda çeşitli engeller çıkardılar. Siyasetle
uğraşmamam için, sanat alanının dar sınırları içinde kalmam
için, ellerinden geleni yaptılar. Çünkü onlar, arayış içinde
yenileşen Yılmaz Güney’den korkuyorlardı. Onlara göre ben
“Lenin” olmak istiyordum; oysa ben “Lenin değil Maksim Gorki”
olabilirmişim. Gerçekte ise ben ne Lenin olma, ne de Maksim
Gorki olma heveslisi değildim. Çünkü Lenin, Maksim Gorki,
yaşadıkları tarihi dönemin nesnel koşullarının yarattığı
devlerdir. Onların mücadelelerini öğrenmek, onların
deneylerini ve miraslarını kendimize yol gösterici almak,
onları birer öğretmen olarak tanımak başkadır, bizzat Lenin
olmak, Maksim Gorki olmak istemek başkadır. Şu bir gerçektir
ki, her ülkenin bir Lenin’i olacaktır. Ama bu “Lenin” o Lenin
değildir. Bir ırmakta nasıl iki kez yıkanmak mümkün değilse
bir dünyada da iki Lenin, üç Mao, dört Dimitrov olamaz. Ama
onların deneyimlerini ve mücadelelerini, ideoloji ve
teorilerini özümleyen, kendi ülkelerinin somut gerçeğiyle
birleştiren, kitleleri etkileyip kucaklayan liderler
mutlaka yaratılacaktır. Devrimci mücadele içinde bulunan
her insanın da böyle bir sevdası olmalıdır, olması gerekir.
Ben bu anlamda bir Lenin olmak isteyebilirim; bundan doğal
bir şey de olamaz.
Bir kişinin, grubun, partinin ya
da küçük olsun, büyük olsun, herhangi bir siyasi hareketin,
ciddiye alınmasının temel ölçütlerinden biri, hataları
karşısında takındığı tutumdur. Hatalarına cesaretle
sahip çıkan, hatalarının kaynağını içtenlikle araştıran
hareketler, gelişmelerinin önündeki engelleri tek tek
açığa çıkartırlar ve hayatın çeşitli zorluklarını adım adım
yenerek en geniş kitlelerle devrimci bir biçimde
birleşirler. Onları kitlelerle birleşmeye götüren önemli
noktalardan biri, kitleler karşısında özeleştiri yapmaktan
kaçınmamaları ve hatalarını kaynaklarıyla birlikte
kabul etmeleri ve hatalarını yok etmede içten
davranmalarıdır. Sağlıklı bir ideoloji ve teori temelinin
inşasında bu, ilk adımdır. Özeleştiriye yol gösterecek bir
siyaset ve doğru bir ideoloji yoksa, özeleştirinin hedefini
bulamayacağı konusu ise ayrı bir sorundur.
Ben içinden geldiğim sınıf ve
üretim faaliyetlerinden ötürü, çeşitli nitelikte zaaflar
taşıyan bir adamım. Geçmişimde, siyasi sınıf bilinç
yetersizliğim nedeniyle, bilimsel sosyalizme ters düşen
görüşlerim, tavır ve davranışlarım olmuştur. O zamanlar da
bu olumsuzlukların bilincindeydim. Fakat neyi nasıl
yapacağımı bir türlü bilemiyordum. Özellikle Selimiye,
aklımın başına gelmesinde önemli bir yer tutar. Selimiye’nin
dar olanakları içinde bile olsa, olumsuzluklarımın kökünü
kurutmak için, kendi içimde amansız bir sınıf mücadelesi
vermeye koyuldum. Yine biliyordum ki, devrimden önce,
sosyalist bir bilinç ve ahlaka tam anlamıyla, arı bir biçimde
sahip olmak mümkün değildi. Çünkü gerçek anlamda sosyalist
bilinç ve ahlaka sahip olmak için bizzat sosyalist üretim
ilişkileri içinde olmak ve bu ilişkilerin özüne inanmak
gerekir. Bu konuda özel bir çaba bile gerekir… Sınıflar var
oldukça, onların kalıntıları var oldukça, o kalıntılara
tekabül eden anlayışlar da varlığını sürdürecektir.
Uzun ve titiz çalışmalarım
sonunda, Yılmaz Güney’i bir bütün olarak, olumlu ve olumsuz
yönleriyle ele alıp değerlendirdiğimde, olumlu yönlerinin
ağır bastığını ve gelişen yönün bilimsel sosyalizmden yana
olduğunu gördüm.
Özellikle Selimiye’nin son
günlerinde ve Selimiye sonrası, Ankara cezaevinde olsun,
Kayseri cezaevinde olsun, halkıma nasıl daha çok yararlı
olacağım konularında titiz bir arayışa yöneldim. Ve kendime
dedim ki: “Gerçeğe uygun olmayan temeller üzerine kurulu
olan her şey, gerçeğin ateşi karşısında erir, yıkılır.
Hayatındaki yalanları, zaafları, o yalanlara ve zaaflara
tekabül eden bütün ilişkileri, nesnel koşulların elverdiği
oranda temizle. Yalnız kalmaktan korkma. Gerçek seni
güçlendirecektir.”
Zaaflarım üzerinde bu denli
titizlikle durmamın nedeni şuydu: Dışa karşı mücadelenin
temel koşullarından biri iç birlik ve sağlamlıktır. İçten
çürük, tutarsız ve zaaflarla dolu olan hiçbir şey dışa karşı
başarılı olamaz. Bu nedenle, toplumsal-siyasal mücadele,
kişi, grup ve parti kendi içinde sınıf mücadelesini esas
almalıdır. Ben de, bu doğru ilkeyi kendi alanımda
gerçekleştirmeye çalışıyorum. Çeşitli hatalar yapmış bir
insan olarak, bir zamanlar oportünist, revizyonist, reformist
görüşlerden etkilenen, bir yığın burjuva pisliklerle iç içe
olan ve hâlâ da bu olumsuzluklardan tam anlamıyla
kurtulamamış bir insan olarak, hatalardan arınmanın, ancak
ve ancak sınıf mücadelesinin ilkelerine sarılarak,
eleştiri-özeleştiri süzgecinden geçilerek mümkün
olacağına inanıyorum. Örneğin revizyonizmle uzlaşma
eğilimleri taşıyorsa bir devrimci, bu, içindeki revizyonist
yanla, dıştaki revizyonist kutupların birbirini çekmesi,
birbirine yakınlaşması demektir. Revizyonizmle uzlaşma,
süper benzinle çalışan bir arabanın deposuna gaz ya da mazot
doldurmaya benzer. Bu bileşimde bir akaryakıta sahip araba
yürüyemez, yürüse bile yolda kalır; hedefine ulaşamaz.
Bu olumsuz yanlarım, Güney
Film’deki arkadaşlarla ilişkilerime de yansıdı. Kendine
proleter devrimci diyenlerin sekter ve yanlış tutumları ve
özellikle de cezaevi koşullarının etkisiyle, onların, yani
Güney Film’deki arkadaşların zaaflarıyla ve yanlış
tutumlarıyla uzlaşmak zorunda kaldım. Başka çarem de yoktu.
Bu nedenle Güney Film, sinema alanında bile kendine düşen
görevleri tam anlamıyla yerine getiremedi. İç
tutarlılığını sağlayamadı. Ben başka şeyler düşünüyordum,
onlar başka. Benim niyetlerim başkaydı, onların başka. Ne
zaman patlayacağı belli olmayan lastikle, bol dönemeçli,
inişli çıkışlı dağ yolları aşılamazdı. Bu siyaset ve
kadroyla yarı yolda kalmamız, dağılmamız kaçınılmazdı.
Güney Film yamalı bir bohça olmaktan kurtarılamadı; olumlu
ve gelişen yanlarımla, oradaki arkadaşlar arasında bağ
sağlanamadı. Onlar gerileyeni ve çökeni temsil
ediyorlardı… Güney Film’e egemen olmaları, Güney Film’in de
gerileyeni ve çökeni temsil etmesini getirdi. Oysa ben,
gelişeni ve yeniyi temsil ediyordum, ama üzerlerinde
etkinliğim yoktu. Adım ordaydı, fakat düşüncelerim
uygulanamıyordu ve düşüncelerimi uygulayacak
kadrolarımız yoktu. Bu konuda, tayin edici hata benim
olmakla birlikte, bütün hataları yüklenmemin gereksiz bir
alçakgönüllülük olacağı açıktır.
Çeşitli zamanlarda, çeşitli
siyasetlere bağlı, kendilerine “proleter devrimci” diyen
arkadaşlarla Güney Film’le aramdaki çelişmeleri konuştum.
Onlara en açık biçimiyle durumları anlattım. Bana yardım
etmelerini istedim. Onlar, beni daha da yalnız bıraktılar.
Güney Film’le benim aramdaki çelişmenin, kişisel bir çelişme
değil, Marksizm-Leninizm ile revizyonizm ve her türden
oportünizm arasındaki çelişme olduğunu görmediler. Ve
hatta, bir kısmı benim bu çelişmeler içinde boğlup, kendi
gruplarına katılacağımı bile hayal ettiler. Ve o sıralar
benimle birlikte olmayı düşünen bir arkadaşı etkileyip
yanımdan çektiler ve kendi siyasetlerinin bir unsuru
yaptılar. O arkadaş şimdi nerdedir, hangi siyasi çalkantı
içindedir bilemiyorum. Çünkü korkak ve kararsızlar, kendine
güvenemeyenler, cereyanları göğüslemeyi göze
alamayanlar devrime yararlı olamazlar ve kararlı bir çizgi
izleyemezler.
Güney Film’deki arkadaşlarla,
düşündüğüm nitelikte siyasi bir gazetenin çıkartılması
koşullarının kesinlikle ortadan kalktığı bir dönemde, en
azından proleter devrimci eğilimlere sahip siyasetlerle
ortaklaşa bir kültür-sanat ve siyaset dergisi düşündüm. Bu,
ham bir hayaldi. Aslında olmayacak bir şeydi. Fakat, mutlaka
denenmesi gereken bir şeydi. HK-HB-HY (Halkın Kurtuluşu,
Halkın Birliği, Halkın Yolu) ve Kürt Marksist-Leninistlerinin
bu konuda neler düşündüklerini öğrenmek istedim. Haber
gönderdim. Bu konuyla ilgilenmeyi HY’den, L. A. adlı bir
arkadaş üstüne aldı. Olumlu bir sonuç alamadık. HK’dan bazı
arkadaşlarla konuştum sonra. Onlar soruna, yanlış bir
biçimde, sadece HK perspektifinden bakıyorlardı. “HK’nin
birlik anlayışı bellidir” diyorlardı. Oysa ben HK siyaseti
temelinde bir dergi düşünmüyordum. Böyle bir düşüncem
olsaydı HK siyasetini siyasetime uygun görseydim, hiç
çekinmeden o saflara katılırdım.
Bu arkadaşlarla, düşündüğü en
azından düşündüğüme yakın bir dergi çıkarma olanakları da
ortadan kalkınca, ben yine Güney Film’deki arkadaşlara
yaklaşmak, onlardan yardım istemek zorunda kaldım. Onlar, bir
kültür sanat ve siyaset dergisinden bile ürküyorlardı.
“Dergi çıkarmanın koşulları yok” diyorlardı. Sonunda, dergi
çıkartılmadığı takdirde, birlikte yürüyemeyeceğimiz,
yani Güney Film’in oportünist-revizyonist çatısı altında
bile birlikte olamayacağımız anlaşılınca, bunlar
göstermelik bile olsa bir dergi çıkartmaya razı oldular.
Bunların düşündüğü dergi haftalıktı. Bir çeşit magazin
dergisiydi. Oysa benim düşüncelerim ile onların
düşünceleri temelden çelişiyordu. Onlar başlangıçta 40-50
bin basacaklardı, ilanlarla, reklamlarla “ortalığı
birbirine katacaklardı.” Adım yine bir ticaret aracı olarak
kullanılacaktı. Oysa ben, başlangıçta zayıf bile olsa,
giderek güçlenecek aylık bir dergi düşünüyordum. Başarılı
olunursa, kitlelerle bağları gelişirse, haftalığa ve en
sonunda günlük bir gazeteye dönüşebilirdi. Aramızdaki
çelişmeler, devrimle-karşı devrim arasındaki bir çelişme
niteliğine bürünmeye doğru hızla ilerliyordu. İşte bu
noktada, derginin çıkartılması görev ve sorumluluklarını
yüklenecek arkadaşların seçiminde, Güney Film’in “büyük
şefi” son rolünü oynadı. Öyle arkadaşlar seçti ki, bu
arkadaşlarla belli bir noktadan sonra birlikte yürümemiz
mümkün değildi. Pratikte bir yığın ayrılıklar çıkacaktı
karşımıza; bir bataktan çıkıp başka bir batağa düşecektim.
Bana diyordu ki, “bunlardan başka sana yardım edecek kimse
yok.” Öylesine zor koşullar altındaydım ki, öylesine yanlız
bırakılmıştım ki, denize düşen yılana sarılır örneği,
kabul ettim. Dergi mutlaka çıkmalıydı. Yanlış yunluş da olsa
çıkmalıydı. Dergi bir süre sallanacak, çeşitli
saldırılara uğrayacak, benden bir yığın şey götürecek,
fakat sonunda mutlaka rayına oturacaktı. Mutlaka
düzeltecektim işleri. Bana yardım edebilecek arkadaşlar
bulacaktım. Düşüncelerim açıklandıkça, çevremizde
toparlanacak arkadaşlar çıkacaktı. Böyle düşünüyordum.
Derginin sorumluluğunu
yüklenen arkadaşlardan biri, derginin daha birinci
sayısının çıkartılması sırasında, en zor günlerimizde,
derginin gecikmesine de neden olarak, bizi yüzüstü bırakıp
Aydınlık saflarına katıldı; ki ben onların gideceği yerin
kaçınılmaz olarak Aydınlık oportünizmi olacağını
biliyordum. Bu noktada bir mektup da yazmıştım. Fakat,
mektubu verdiğim arkadaş, bu düşüncelerimin onlarca o
koşullarda bilinmesinin yararlı olmayacağını söyledi. O
arkadaşlarla ayrılığımız kaçınılmazdı. Fakat üç adım sonra
ayrılacağımızı bile bile onlarla birlikte yürümeye
çalışmak zorundaydım. Çünkü kendilerini proleter devrimci
ilan eden siyasetler bana ve çıkartmayı düşündüğümüz
dergiye karşı öylesine yanlış, öylesine sorumsuz bir tavır
takındılar ki, bunun adına ancak oportünizme ve revizyonizme
hizmet diyebilirim.
Derginin sorumlu
yönetmenliğini yüklenen arkadaş, bazı düşüncelerimin
dergiye yansımaması için özel bir çaba gösterdi; bir süre,
düşüncelerimin kelepçesi görevini ustalıkla yürüttü.
Onların düşündüğü dergi ile benim ve arkadaşlarımın
düşündüğü dergi çok farklıydı. Biz, kültür-sanat ve siyaset
dergisi derken, onlar, içeriğini de hedefleyerek “siyaset”
sözcüğünü siliverdiler. Onlardan biri diyordu ki:
“Bugün anti revizyonist
olduğunu savunan dört siyaset ve gazete var. Güney dergisi
beşinci olmamalı düşüncesindeyim. Biz her şeyden önce
devrimci, yurtsever ve demokratların birliğini
sağlamlaştırmalıyız.”
Bu yazıya şöyle karşılık verdim:
“… dört siyaset ve gazete var. Güney Dergisi beşinci olmamalı, düşüncesinde olduğunu söylüyorsun. ‘devrimci, yurtsever, demokratların birliğini’ sağlamlaştırmak için ‘beşinci’ olmak zorundayız. Ancak ‘beşinci’ olunarak birlik yolunda mücadele edilebilir. Amacımız ‘beşinci’ olarak kalmak değil, tek bir hareketi yaratma süreci içinde yok olmaktır, o tek hareketin parçası olmaktır.”
“… dört siyaset ve gazete var. Güney Dergisi beşinci olmamalı, düşüncesinde olduğunu söylüyorsun. ‘devrimci, yurtsever, demokratların birliğini’ sağlamlaştırmak için ‘beşinci’ olmak zorundayız. Ancak ‘beşinci’ olunarak birlik yolunda mücadele edilebilir. Amacımız ‘beşinci’ olarak kalmak değil, tek bir hareketi yaratma süreci içinde yok olmaktır, o tek hareketin parçası olmaktır.”
İşte bu arkadaşların “beşinci”
olmamak için direnmeleri —ki bunun çeşitli siyasi
nedenleri vardır— dergiyi cansız, hayattan kopuk, suya
sabuna dokunmayan bitkisel bir içerikle kitlelere sundu.
Böyle bir dergi yaşayamazdı. Çünkü gelişen hayat ve
mücadeleyle bağları yoktu. Derginin böyle gitmesine “dur”
demek gerekiyordu ve biz bu görevi yerine getirdik. Onlara
“dur” dedik.
Bu mektubumda, birinci sayıdan başlayarak, derginin bütün sayılarını ve bazı yazılarını ele alarak görüşlerimi belirtmek istiyorum. Çünkü, bazı konularda görüş ayrılıkları dergiye yansımış, bazı arkadaşların kendine özgü düşünceleri derginin görüşleri havasında sunulmuştur. Benim ne düşündüğümü, nasıl düşündüğümü bilmeyenlerce, orada konulan görüşler bir bakıma benim de düşüncelerim gibi anlaşılabilir. Bu nedenlerle, derginin gerek biçim, gerekse içerik açısından eleştirilmesi ve düşündüklerimin açıklığa kavuşması gerekiyor. Bu bir zorunluluktur.
Bu mektubumda, birinci sayıdan başlayarak, derginin bütün sayılarını ve bazı yazılarını ele alarak görüşlerimi belirtmek istiyorum. Çünkü, bazı konularda görüş ayrılıkları dergiye yansımış, bazı arkadaşların kendine özgü düşünceleri derginin görüşleri havasında sunulmuştur. Benim ne düşündüğümü, nasıl düşündüğümü bilmeyenlerce, orada konulan görüşler bir bakıma benim de düşüncelerim gibi anlaşılabilir. Bu nedenlerle, derginin gerek biçim, gerekse içerik açısından eleştirilmesi ve düşündüklerimin açıklığa kavuşması gerekiyor. Bu bir zorunluluktur.
Dergimiz, yeniden inşa süreci
içerisindedir. Böyle bir süreç içerisindeki bir dergi,
geçmişi kısa da olsa, geçmişine doğru sağlıklı ve eleştirel
bir gözle bakmalıdır.
Derginin 6. sayısında denir ki:
“Dergi Yılmaz Güney’in adını taşımakta, onun kuruculuğunda çıkmaktadır. Fakat bugüne dek, Yılmaz Güney’in siyasi ve ideolojik kavrayışı temelinde yönlendirilmedi. Düşündük ki, öncelikle Yılmaz Güney’in görüşleri kabaca da olsa açıklanmalıdır. Bu görüşlerin ışığında, derginin bugüne kadar çıkan sayıları, yani Mayıs sayısına dek olanları, Yılmaz Güney’in görüşleri temel alınarak eleştirilmelidir.”
“Dergi Yılmaz Güney’in adını taşımakta, onun kuruculuğunda çıkmaktadır. Fakat bugüne dek, Yılmaz Güney’in siyasi ve ideolojik kavrayışı temelinde yönlendirilmedi. Düşündük ki, öncelikle Yılmaz Güney’in görüşleri kabaca da olsa açıklanmalıdır. Bu görüşlerin ışığında, derginin bugüne kadar çıkan sayıları, yani Mayıs sayısına dek olanları, Yılmaz Güney’in görüşleri temel alınarak eleştirilmelidir.”
Bazı arkadaşlar bu açıklamaları çeşitli biçimlerde yorumladılar.
Dediler ki:
“… Yılmaz Güney’in görüşleri temel alınarak eleştirilmelidir… demek yanlıtır. Yılmaz Güney’in görüşleri eşittir Marksizm-Leninizmin ilkeleri temelinde eleştirilmelidir… demek daha doğru olurdu.”
“… Yılmaz Güney’in görüşleri temel alınarak eleştirilmelidir… demek yanlıtır. Yılmaz Güney’in görüşleri eşittir Marksizm-Leninizmin ilkeleri temelinde eleştirilmelidir… demek daha doğru olurdu.”
Bazı arkadaşlar da, “Yılmaz
Güney’in görüşleri” demenin, Yılmaz Güney’i putlaştırma
eğilimlerinin ifadesi olabileceği kuşkusundaydılar.
Soruna bakalım.
Yılmaz Güney, uzun bir süre köşeye sıkıştırılmış olduğu koşullarda, bu koşulları yarıp açacak, devrimci mücadeleye katkıda bulunacak nitelikte bir dergi düşünmüştür. Var olan siyasetlerden farklı görüş ve düşüncelere sahiptir. Birlikte dergi çıkartmanın koşulları ortadan kalkmıştır. Böyle bir zamanda, farklı düşüncelere sahip arkadaşlarla yol arkadaşlığı yapmak zorunda kalmış ve dergi çatısı altında dağılmaya mahkûm da olsa bir birlik oluşturmuştur. Bu koşullarda oluşturulan bir birliğin çıkartacağı derginin çeşitli zaafları olacağı daha işin başından bellidir. Buna bile bile razı olunmuştur.
Yılmaz Güney, uzun bir süre köşeye sıkıştırılmış olduğu koşullarda, bu koşulları yarıp açacak, devrimci mücadeleye katkıda bulunacak nitelikte bir dergi düşünmüştür. Var olan siyasetlerden farklı görüş ve düşüncelere sahiptir. Birlikte dergi çıkartmanın koşulları ortadan kalkmıştır. Böyle bir zamanda, farklı düşüncelere sahip arkadaşlarla yol arkadaşlığı yapmak zorunda kalmış ve dergi çatısı altında dağılmaya mahkûm da olsa bir birlik oluşturmuştur. Bu koşullarda oluşturulan bir birliğin çıkartacağı derginin çeşitli zaafları olacağı daha işin başından bellidir. Buna bile bile razı olunmuştur.
Öncelikle derginin ilk
sayılarına bakarken, şu noktayı açıklığa kavuşturmak
gerekiyordu. Bu sayılarda çıkan yazılar, aynı zamanda
Yılmaz Güney’in görüş ve düşüncelerini de mi yansıtıyor?
Yılmaz Güney’in görüşlerine yol
gösteren Marksizm-Leninizmdir. Elbette ki, şu aşamada, Yılmaz
Güney’in görüşleri eşittir Marksizm-Lenimizm değildir. Bazı
eksiklikler, aksaklıklar, tam anlamıyla kavranamayan
noktalar vardır. Bu durumu çeşitli yazılarımda belirttim.
Yılmaz Güney’in görüşleri , kavrayabildiği oranda,
özümleyebildiği oranda, Marksizm-Leninizmin evrensel
gerçeğini ülkemizin somut devrimci pratiğine
uygulayabildiği oranda, Marksizm-Leninizmi içerir ve
derginin eleştirisi de ancak bu kavrayış oranı temelinde ele
alınabilir. Derginin Marksist-Leninist ilkeler temelinde
eleştirilmesi gerektiğini getirseydik. yanlış olurdu;
çünkü, böyle desek bile, gerçekte, Marksizm-Leninizmi
kavrayış sınırlarımız içinde kalacaktık.
“Putlaştırma” sorununa gelince, bu yaklaşım küçük burjuva kaygıları ifade ediyor. Biz Yılmaz Güney’in putlaştırılmasına da, ona “eleştiri” adı altında gelişigüzel saldırılmasına, yıpratılmasına da karşıyız. Yılmaz Güney’in yeri, onlarca yıllık mücadele ile kazanılmış bir yerdir. Bilimsel temellere dayalı her türlü eleştiriye açığım, bunun yanında Yılmaz Güney’i eleştirmiş olmak için eleştiriye yeltenenlerin hastalıklı yanlarını tatmin etmeye de pek niyetli değilim.
Yazılarımı okuyan ve zaaflarım karşısında nasıl tavır takındığımı gören bazı okurlar, putlaştırmanın aksine, zaman zaman gereksiz alçakgönülülük düzeyine düştüğüm sansına bile kapılmaktadırlar.
“Putlaştırma” sorununa gelince, bu yaklaşım küçük burjuva kaygıları ifade ediyor. Biz Yılmaz Güney’in putlaştırılmasına da, ona “eleştiri” adı altında gelişigüzel saldırılmasına, yıpratılmasına da karşıyız. Yılmaz Güney’in yeri, onlarca yıllık mücadele ile kazanılmış bir yerdir. Bilimsel temellere dayalı her türlü eleştiriye açığım, bunun yanında Yılmaz Güney’i eleştirmiş olmak için eleştiriye yeltenenlerin hastalıklı yanlarını tatmin etmeye de pek niyetli değilim.
Yazılarımı okuyan ve zaaflarım karşısında nasıl tavır takındığımı gören bazı okurlar, putlaştırmanın aksine, zaman zaman gereksiz alçakgönülülük düzeyine düştüğüm sansına bile kapılmaktadırlar.
Derginin, 1. 2. 3. 4. sayılarını
eleştirirken özelikle ağrlığı 1. sayıya vermek gerekiyor.
Çünkü kitlelerle ilk bağı kuran ve dergi hakkında, derginin
geleceği hakkında ilk bilgileri veren budur. Özellikle de,
bana en yanlış gelen düşünce ve görüşleri içeren sayıdır.
1. Öncelikle derginin fiyatına değineceğim. Onbeş lira çok paradır. Emekçi kitlelere gideceğini söyleyen bir dergi, emekçi kitlelerin içinde bulunduğu maddi koşulların zorluğunu düşünmek zorundadır. Derginin fiyatını on liraya düşürmenin koşulları yaratılmalıdır.
2. Derginin dili yalın, anlaşılır olmalıdır. İşçilere, köylülere ve geniş emekçi kitlelere gitmeyi amaçlayan bir dergi dil sorununa titizlikle eğilmelidir. Her sayıda kullanmak zorunda olduğumuz anlaşılması zor sözcüklerin karşılıkları dip notlarda açıklığa kavuşturulmalıdır.
3. Genel olarak bütün sayılarda, okuru rahatsız edecek boyutlara ulaşan baskı ve dizgi hataları vardır. Düzeltmeler gerektiği biçimde titizlikle yapılmamakta, birçok yazıda, anlam değişikliklerine varan yanlışlara rastlanmaktadır. Bu önemli bir zaaftır. Bu zaafın üzerine duyarlılıkla gidilmelidir. Düzeltme işlemleri, mutlaka bu işin uzmanlarınca yapılmalıdır.
4. Özelikle, sorumsuzluk örneği sayabileceğim bir duruma değinmek istiyorum:
1. Öncelikle derginin fiyatına değineceğim. Onbeş lira çok paradır. Emekçi kitlelere gideceğini söyleyen bir dergi, emekçi kitlelerin içinde bulunduğu maddi koşulların zorluğunu düşünmek zorundadır. Derginin fiyatını on liraya düşürmenin koşulları yaratılmalıdır.
2. Derginin dili yalın, anlaşılır olmalıdır. İşçilere, köylülere ve geniş emekçi kitlelere gitmeyi amaçlayan bir dergi dil sorununa titizlikle eğilmelidir. Her sayıda kullanmak zorunda olduğumuz anlaşılması zor sözcüklerin karşılıkları dip notlarda açıklığa kavuşturulmalıdır.
3. Genel olarak bütün sayılarda, okuru rahatsız edecek boyutlara ulaşan baskı ve dizgi hataları vardır. Düzeltmeler gerektiği biçimde titizlikle yapılmamakta, birçok yazıda, anlam değişikliklerine varan yanlışlara rastlanmaktadır. Bu önemli bir zaaftır. Bu zaafın üzerine duyarlılıkla gidilmelidir. Düzeltme işlemleri, mutlaka bu işin uzmanlarınca yapılmalıdır.
4. Özelikle, sorumsuzluk örneği sayabileceğim bir duruma değinmek istiyorum:
Mart-Nisan sayısında, “Bütün
Dünya İşçilerinin Birlik, Dayanışma ve Mücadele günü, 1
Mayıs İşçi Bayramı” yazısında önemli bir dizgi yanlışı
olmuştur. Yazının bir yerinde: “İşçi sınıfı bir tanedir. Ona
yol gösterecek olan bilimsel sosyalizm de bir tane olacaktır.”
denilmektedir. Burada bir baskı-dizgi hatası vardı. Bence
çok önemli olan bu yanlışı düzeltmelerini istedim. Beşinci
sayıda şöyle bir düzeltme yazısı çıktı: “DÜZELTME: Geçen
sayımızda ‘1 Mayıs İşçi Bayramı’ başlıklı yazıda bir cümle
düşmüştür. Doğrusu şöyledir: İşçi sınıfı bir tanedir. Onun
partisi tektir. Ona yol gösterecek olan bilimsel sosyalizm de
bir tane olacaktır.”
Bu, bir işi düzelteyim derken,
daha da berbat etmekten başka bir şey değildi. Bir düzeltme
yapılırken, bunun sorumluluğunu üzerine alan arkadaşın, en
azından metnin aslına bakması, yanlışla doğruyu
karşılaştırması gerekir. Bu yapılmıyor ve ezbere, üstelik
ciddi bir biçimde üzerinde düşünmeden bir düzeltme işlemine
giriliyor. Bu sorumsuzluk, dergiye egemen olan genel
sorumsuzluğun bir parçasından başka bir şey değildi.
Oysa yazıda şöyle demiştim:
“İşçi sınıfı bir tanedir. Ona yol gösterecek olan bilimsel
sosyalizm de bir tanedir. Onun devrimci partisi de bir tane
olacaktır.”
5. Derginin yaşamla canlı
bağları yoktur. Aylık bir derginin olanakları içinde,
kitlelerin ilgisini çeken sanat ve kültür olaylarına,
toplumsal ve siyasal olaylara bakışımız kısaca da olsa
dergiye yansımalıdır. Dergiyi eline alan bir okur, o ayın iz
bırakmış bütün olayları karşısında bizim ne düşündüğümüzü
kabaca da olsa bilmelidir. Özellikle de revizyonizme ve onun
uluslararası dayanağı olan sosyal emperyalizme karşı
derginin ilk sayılarında suskun kalınmıştır.
Bu görevleri yerine getirecek
kadrolarımız henüz yoktur. Dergi çevresinde, kitlelerin
sorunu haline gelmiş, ihtiyaçlarına cevap verecek
kadrolar oluşturulmalıdır. Öyle sanıyorum ki çok kısa bir
zamanda, çevremizde genç, dinamik, cesur ve dürüst yurtsever
demokrat unsurlar, yurtsever devrimciler oluşacaktır.
6. Derginin kapak düzeni bir
bütün olarak kötüdür. Derme-çatmadır. Yaşamdan kopuktur.
Bunu, iç tutarsızlığımızın, geçici fikri karmaşamızın,
dergi siyasetimizin berraklaşma süreci içindeki
çalkantıların ifadesi olarak değerlendiriyorum; bundan
sonraki sayılar için tutarlı bir kapak düzenlemesi
yapılmalıdır.
7. Derginin hazırlık dönemi iyi değerlendirilememiş, derginin hangi matbaada basılacağı, kâğıdın nasıl temin edileceği, derginin nasıl dağıtılacağı konuları üzerinde gerektiği gibi düşünülmemiştir. Ta başından bu yana, basım ve dağıtım işlerimiz aksak gitmekte idi; ancak beşinci sayıdan itibaren derginin kendi gücüne dayanma ilkesi temel alınmış ve aksaklıklar halen sürmekle birlikte, sorunun adım adım köküne inmeye çalışılmaktadır. Son gelişmeleri, derginin toparlanma ve gelişme süreci olarak değerlendirebiliriz.
8. Aylık bir dergi, her ayın birinde okuruna ulaşabilmelidir. Oysa daha birinci sayıda başlayan düzensizlik tam anlamıyla giderilmiş değildir.
7. Derginin hazırlık dönemi iyi değerlendirilememiş, derginin hangi matbaada basılacağı, kâğıdın nasıl temin edileceği, derginin nasıl dağıtılacağı konuları üzerinde gerektiği gibi düşünülmemiştir. Ta başından bu yana, basım ve dağıtım işlerimiz aksak gitmekte idi; ancak beşinci sayıdan itibaren derginin kendi gücüne dayanma ilkesi temel alınmış ve aksaklıklar halen sürmekle birlikte, sorunun adım adım köküne inmeye çalışılmaktadır. Son gelişmeleri, derginin toparlanma ve gelişme süreci olarak değerlendirebiliriz.
8. Aylık bir dergi, her ayın birinde okuruna ulaşabilmelidir. Oysa daha birinci sayıda başlayan düzensizlik tam anlamıyla giderilmiş değildir.
Birinci sayı, yoğun bir
ilan-reklam kampanyasının ardından, Ocak sonlarında
çıkmıştır. Oysa birinci sayı, gözle görülen aksaklıklar
nedeniyle, Ocak yerine Şubat’ta çıksa, Şubat’ın 1’inde
okurunda olsaydı, yani dergi Ocak sayısıyla Ocağın sonunda
değil de, Şubat sayısıyla Şubat’ın başında okurunda olsaydı,
en azından zamanlama olarak karşılaştığımız aksaklıklar
belli oranda önlenmiş olurdu. Daha üçüncü sayıda derginin
çıkmaması, 3. ve 4. sayılarının birlikte Nisan’da çıkması
okurun güveninin sarsılmasına, dergiye kuşkuyla
bakılmasına neden olmuştur.
9. Derginin programı en azından ikinci sayıda yayınlanabilirdi. Bu yapılmadı. Programı belli olmayan bir dergi mücadele hayatında başarılı olabilir mi? Hayır… Programı belli olan, fakat bu programı hayata geçirebilecek nitelikte kadrolardan yoksun olan bir dergi başarılı olabilir mi? Yine hayır!..
9. Derginin programı en azından ikinci sayıda yayınlanabilirdi. Bu yapılmadı. Programı belli olmayan bir dergi mücadele hayatında başarılı olabilir mi? Hayır… Programı belli olan, fakat bu programı hayata geçirebilecek nitelikte kadrolardan yoksun olan bir dergi başarılı olabilir mi? Yine hayır!..
Kesinlikle inanıyorum ki, bir
çeşit program niteliğini taşıyan 7 Ocak 978 tarihli
mektubumdan sonra, orada belirtilen ilkeler temelinde
saflarımıza yeni arkadaşlar katılacaklar ve
karşılaştığımız zorluklara omuz vereceklerdir.
10. Özellikle derginin ilk
sayılarında yazarlar arasında siyasal ve ideolojik birlik
kesinlikle yoktu. Oysa en azından ortak noktaları olan
yazarların birliğini sağlamak gerekir. Derginin bel
kemiğini meydana getiren arkadaşlar bu zaafın
bilincindedirler.
Şimdi de, özellikle derginin birinci sayısından başlayarak, bazı yazılar üzerinde durmak istiyorum.
Kemal Bilbaşar’la yapılan konuşmada denir ki:
“Emekçi halk yığınlarından yetişmiş gerçek devrimci yazarlar şiir, roman ve oyunlarıyla kurulu düzeni yıkma, halktan yana yeni bir düzen kurma savaşımına öncülük ederler.”
“Emekçi halk yığınlarından yetişmiş gerçek devrimci yazarlar şiir, roman ve oyunlarıyla kurulu düzeni yıkma, halktan yana yeni bir düzen kurma savaşımına öncülük ederler.”
Gerçek devrimci yazarlar ve
sanatçılar, halkın devrimci mücadelesi içinde yetişirler;
sanatları da, mücadeleye bağlı olarak gelişir,
zenginleşir. Bu mücadeleye önderlik eden, işçi sınıfının ve
emekçi halkın iktidar mücadelesine ve onların yanında yer
alan aydınların mücadelesine önderlik eden proletaryanın
siyaseti ve ideolojisidir. Düzenin emekçi kitleler
yararına değiştirilmesinde öncülük bizzat işçi sınıfının
ideolojik, siyasi ve örgütsel önderliği altında mümkündür.
İşçi sınıfının öncülüğünden kopuk olarak aydınların
öncülüğünden söz etmek, bunu ima etmek, küçük burjuva dünya
görüşünün, küçük burjuva ideolojisinin ifadesidir. Bu
yazıda, açık olmamakla birlikte, işçi sınıfının öncülüğü
gözardı edilmemektedir. Aydınlar ve yazarlar işçi sınıfına
ve emekçi kitlelere bilinç taşırken, bilinç taşıma
görevlerini yerine getirirken onların bağlı olduğu dünya
görüşü ve dayandıkları sınıf temelleri önemlidir. Hangi
dünya görüşü ve hangi sınıflar adına bilinç taşıdıklarına
bakarız…
“Bugünkü ortamda halkı
yüreklendirmek coşturmak onların savaşım gücünü artırmak
için devrimci edebiyatımızın destan türünden
yararlanmasından yanayım” der Kemal Bilbaşar.
Halkı yüreklendirmek ve
coşturmak, mücadelenin sadece bir yönüdür. Yüreklendirme
ve coşturma eyleminin dayanacağı maddi bir temel, yani
sınıf kinini, sınıf bilincini içeren, devrimin
gerekliliğine inanmış bir temel olmalıdır. Küçük burjuva
devrimcileri, halkı “yüreklendirmek ve coşturmak” için
silahlı eylemlere varıncaya dek bir yığın yol denerler;
fakat kitleleri eğitmek, onlara sınıflarının siyasal
bilincini götürmek, devrimin dostlarını ve düşmanlarını
iyice tanıtmak için, kitlelerin bizzat içinde yapılması
gereken çalışmaları, onları kazanacak sabırlı çalışmayı
pek göstermezler. Çünkü onlar için bir avuç yüreklendirici
yeterlidir ve kitleler günü gelince onların ardından
gidecekler ve devrimi gerçekleştireceklerdir. Bu görüş
yanlıştır; idealizmin yoğun etkilerini taşır. Kitleleri
yüreklendirmek ve coşturmak doğru mücadele hedefleri
doğrultusunda sadece bir adımdır. Bu yön, mücadelenin
sadece bir adımı olarak özellikle vurgulanmıyorsa,
getirilen görüşler eksik kalır, küçük burjuva dünya
görüşünün sınırları içinde kalır.
Cemo ile Memo’ya gelince… Kürt
ulusal sorununa doğru bir yaklaşımla eğilmemektedir…
burada yüreklendirme ve coşturma ne adına, kime karşı
geçerlidir, bu da ayrı bir eleştiri konusudur.
Lu Sun’un, “Devrimci Bir Dönemin
Edebiyatı” başlıklı yazısı, edebiyatı ve sanatı
küçümseyen, “sol” anlayışlı bir yazıdır. Özelikle derginin
ilk sayılarında böyle bir yazının yer alması olumsuzluktur.
Bu yazı, Lu Sun’un Marksizm-Leninizmle yeni tanıştığı bir
döneme ait olması nedeniyle, birçok tesbitte idealizmin
etkilerini taşır.
Birkaç örnekle açıklarsak, der ki Lu Sun:
“Devrim için devrimcilere gerek vardır. Devrimci edebiyat bekleyebilir, çünkü devrimci edebiyatın varolması için devrimcilerin yazmaya başlaması zorunludur. Yani bana göre edebiyatta büyük rol oynayan şey devrimdir.”
“Devrim için devrimcilere gerek vardır. Devrimci edebiyat bekleyebilir, çünkü devrimci edebiyatın varolması için devrimcilerin yazmaya başlaması zorunludur. Yani bana göre edebiyatta büyük rol oynayan şey devrimdir.”
Edebiyatta devrim nasıl büyük bir
rol oynuyorsa, devrimci bir edebiyat da devrim için büyük
roller oynayabilir, oynamaktadır, oynamıştır da. Devrimci
sanat ve edebiyat, devrimci mücadelenin hem etkileyen, hem
de etkilenen ayrılmaz bir parçasıdır. Lu Sun soruna tek yanlı
bakmaktadır. Sadece devrimin, edebiyatta büyük rol
oynayacağını görmekte, sanatın ve edebiyatın devrimde
oynayacağı rolü küçümsemektedir.
“Günümüz yazarlarının hepsi aydındır ve kurtulacakları güne kadar işçilerimiz ve köylülerimiz aydınlarla aynı şekilde düşünmeye devam edeceklerdir. Onlar kurtuluşlarını elde etmedikçe gerçek bir halk edebiyatı olamaz.”
“Günümüz yazarlarının hepsi aydındır ve kurtulacakları güne kadar işçilerimiz ve köylülerimiz aydınlarla aynı şekilde düşünmeye devam edeceklerdir. Onlar kurtuluşlarını elde etmedikçe gerçek bir halk edebiyatı olamaz.”
Örneğin bu yaklaşım da mekanik,
anti diyalektik yaklaşımdır. İşçiler ve köylüler kurtuluşa
kadar aydınlar gibi düşünmeye devam edeceklerse, devrim
nasıl olacak ki? Ki burada söz edilen burjuva ve küçük
burjuva aydınlarıdır. İçşiler ve köylüler, hayatın çeşitli
alanlarında, hayatın canlı dersleriyle eğitilerek, bizzat
kendi deneyleriyle, burjuva aydınlarının görüşlerinden
kuşkuya düşerler ve bir arayışa yönelirler, giderek onların
etkilerinden sıyrılan kesimleri, işçi sınıfının ideoloji
ve siyasetini adım adım kavrarlar. Bu kavrayışları
derinleştikçe, bu kavrayışa sahip olanlar çoğaldıkça devrim
gelişir güçlenir. Burada Lu Sun, işçilerin ve köylülerin
ancak devrimden sonra değişebileceklerini ifade eden bir
dil kullanıyor. Bu yanlıştır. İşçiler ve köylüler ve emekçi
yığınlar devrimci mücadele süreci içerisinde değişime
uğrarlar. Geçmiş devrimlerin ve hayatın bize öğrettiği
budur. İşçiler ve köylüler şu gün etkisi altında
bulundukları burjuva düşünce ve önyargılardan
kurtulamazlarsa devrimi nasıl gerçekleştireceğiz ki?
Kuşkusuz işçi, köylü ve emekçi yığınların bir kesimi, uzun bir
süre burjuva dünya görüşünün etkisinden devrimden sonra
bile kurtulamayacaklardır. Fakat devrimi
gerçekleştirecek olan kitlelerin büyük bir kesimi, devrim
öncesi eskimiş düşünceleri bir kenara atacak ve kendi dünya
görüşlerinin yol göstericiliğinde devrime
koşacaklardır.
“Çin’in şimdiki durumu öyledir
ki, sadece fiili devrimci savaş bir işe yarar. Bir şiir Sun
Çuang-Fang’ı (bir savaş ağası) korkutamazdı, ama bir top
mermisi onu korkutup kaçırdı. Bazı kişilerin, edebiyatın
devrim üzerinde büyük etkisi olduğuna inandığını
biliyorum, ama ben şahsen bundan şüpheliyim.”
Zalimler ve sömürücüler, nerede
olurlarsa olsunlar, hangi koşullar altında olurlarsa
olsunlar, saltanatlarına yönelen, onların
sarsılmalarının birikimini yaratan en küçük bir çizgiden
bile korkarlar. Bir şiirden, bir hikayeden, bir karikatürden
korkarlar; türküden, masallardan korkarlar. İran’lı masal
yazarı Behrengi neden öldürüldü? Neden bir yığın ozan
cezaevlerini doldurmaktadır? Nâzım Hikmet’e neden komplo
düzenlendi? Pir Sultan Abdal’ın türkülerinden neden
korkuyorlar? Devrimi silahlı devrim haline gelene kadar
besleyen çeşitli etkenlerden biri de devrimci müzik, sanat
ve edebiyattır. Lu Sun, bu konuda “sol” düşünceler
taşımaktadır.
Bu yazı, özellikle devrimci
edebiyat ve sanatı küçümseyen, devrime sadece namluların
ucundan bakmaya heveslileri sevindirir, onların
düşüncelerine destek olur. Ama devrimci edebiyatın ve
sanatın devrime katacağı katkılara inananları da
düşündürür. Lu Sun’un bu yazısındaki, görüşlere katılmış
olsaydım, bu dergiyi çıkartmanın gereği kalmazdı. Bu yazı,
Marksizme geçiş dönemine tekabül eder; bu nedenlerle “sol”
görüşlerin ve idealizmin etkilerini taşımaktadır.
Güney Dergisi imzasıyla
yayınlanan “Otobüs” yazısında, “Bu film için bilimsel kurgu
(Sciens-Fiction) filimdir diyebiliriz” denilmektedir. Bu
tanımlama yanlıştır. Bilimkurgu bilimin verileriyle hayal
gücünün bileşimi sonucu meydana getirilen filmlere
denir. Yazı film için açık, anlaşılır, sınıfsal yaklaşımı olan
bir eleştiri getirmemektedir. Karşı duruşlarının
gerekçeleri de açık değildir.
Filmi gördüm. Bazı yanlış
yaklaşımları ve değerlendirmeleri içermekle birlikte,
genel olarak bir yönetmenin ilk filmi oluşu, yapım
zorlukları, değişik ve sinemasal değerleri vb.
nedenleriyle iyi buldum. Güney’deki arkadaşları Otobüs’e
küçümseyerek baktıran aslında küçük burjuva
duygularıdır. En azından “Otobüs” yazısı, sorumluluk
taşıyan bir imza ile sunulurdu, derginin görüşü olarak,
derginin imzası altında sunulmazdı.
“Ye! Ye! Elvis” yazısı, öz
itibariyle yanlış bir yazıdır. Bu yazıya göre, emperyalizm
her şeye muktedirdir. Toplumsal patlamaları önleyici bir
takım önlemleri, uzmanları kanalıyla düzenlemekte,
toplumsal tepkileri istediği biçimde, istediği yöne
kanalize etmektedir. Sınıf mücadelesi ve toplumsal
patlamalar insan iradesinden bağımsız gelişir. Oysa yazıya
göre:
“… Siyasal ve ekonomik baskılar
altında bunalan Amerikan gençliğinin düzene karşı duyduğu
direnme eğilimi (bu direniş kendiliğinden ve yarı bilinçli
de olsa) birçok kimseyi tedirgin etmektedir. O halde hem bu
direnmeyi düzene zararlı olmayacak biçimde saptırmak, hem
de bu durumdan para kazanmak için yararlanmak gerekir.
Kapitalizmin üstün yetenekli danışmanları olayı böyle
saptarlar.”
Bu bakış bana Erol Toy’un “İmparator”unu anımsattı.
Egemen güçler her zaman, kitlelerin tepkisini şu ya da bu yolla bastırmak ve asıl hedeflerinden saptırmak için çaba gösterirler. Fakat emperyalizmin gücünü küçümsemek “sol” oportünizme götüreceği gibi, gücünü abartmak, onun her şeye kadir olduğu hayalini yaymak da bizi sağ oportünizme, sağ teslimiyetçiliğe götürür. Bu yazıda, emperyalizmin mutlak denetiminin varlığına değinilmek isteniyor ki bu yanlıştır. 12 Mart Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde bu yanlışa birçok arkadaşımız düşmüştür. İnsan iradesinden, sınıfların iradesinden kesinlikle bağımsız varlıklarını sürdüren nesnel koşulların rolü ikinci plana atılmıştır. Bu idealizmdir.
Egemen güçler her zaman, kitlelerin tepkisini şu ya da bu yolla bastırmak ve asıl hedeflerinden saptırmak için çaba gösterirler. Fakat emperyalizmin gücünü küçümsemek “sol” oportünizme götüreceği gibi, gücünü abartmak, onun her şeye kadir olduğu hayalini yaymak da bizi sağ oportünizme, sağ teslimiyetçiliğe götürür. Bu yazıda, emperyalizmin mutlak denetiminin varlığına değinilmek isteniyor ki bu yanlıştır. 12 Mart Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde bu yanlışa birçok arkadaşımız düşmüştür. İnsan iradesinden, sınıfların iradesinden kesinlikle bağımsız varlıklarını sürdüren nesnel koşulların rolü ikinci plana atılmıştır. Bu idealizmdir.
“Melike Demirağ ile Bir
Söyleşi”de Melike, şöyle der: “Sanatımı halk için yapıyorum,
yasalar benimle. Korkacak ve çekinecek bir şeyim yok.”
Emperyalist, kapitalist
ülkelerde, revizyonist ülkelerde, bizim gibi yarı sömürge
ülkelerde yasalar, genelikle egemenlerin çıkarları
doğrultusunda işler. Yasalar, özellikle de toplumsal ve
siyasal konularda, sanatsal konularda halkın
mücadelesini engelleyici içeriklere sahiptirler. Halktan
yana değildirler. Sanıyorum ki, Melike burada, başka bir
şeyi anlatmak istemiştir. Konuşmayı yapan arkadaşın,
konuyu açması, yanlış anlam veren bir ifadeye açıklık
getirmesi gerekirdi.
Bence, göze batan önemli
yanlışlardan biri de, derginin arka kapağındaki ilanlardır.
Biz ilan alabiliriz, bunun ilkelerini açıklarız. Fakat
özellikle, ilk üç ay ilan alınmaması konusunda arkadaşları
uyardım. İlan siyasetimizi açıklamalıydık, ilkelerimize
uygun düşen ilanlara yer vermeliydik.
Kapak içlerinin boşluğu ilgimi
çekti. Bir tek boş sayfa bile bırakmamalıyız. Söylenecek
sözü olanlar dergi çıkartırlar.
“Oğluma Hikayeler”de resimlere çok yer verilmiştir.
Ayrıca bazı yazılarda geçen
“faşist diktatörlük” “yarısömürge, yarıfeodal” tesbitleri, o
yazıyı yazanların görüşleridir. Ben bu tesbitlere
katılmıyorum. Bu konulardaki görüşlerimi daha ileriki
sayılarda açıklamaya çalışacağım.
Güney Dergisi’ne yönelik eleştirileri içeren bu yazı, Güney’in 8 ve 9. sayılarında yayınlandı.
"Mersin Üniversitesi Haber Portalı"