KÜÇÜK BURJUVA
İDEOLOJİSİ
Rus küçük burjuvasına, bilinmeyen zamanlardan beri akla karşı bir güvensizlik, hatta bir düşmanlık aşılanmıştır. Kilise buna göz kulak olmuş, edebiyat da yardım etmişti. Gogol'un Mektupları’ndan bugüne kadar gelen büyük Rus yazarları arasında, aklın yaratıcı kuvvetini, insanlığa ettiği büyük hizmetleri göz önünde tutarak, değerlendirmiş bir kimseye pek rastlamayız. Leon Tolstoy, Günce'sine 1951 de şunları yazmıştı: «Şuur insanın başına gelebilecek en büyük beladır.» Daha sonra, Arsenyeva'ya yazdığı bir mektupta ise: «Üstün zeka insanı tiksindirir» demişti. Bu düşünce, bu büyük yazarın bütün ahlak felsefesine sızmış, büyük sanatçı eseri üstünde de etkisini göstermiştir. Dostoyevski'nin de akılla hiç başı hoş değildi. Şuur altının korkunç kuvvetlerini, içgüdünün kuvvetlerini dahice göstermiştir ama, zararlı da olmamış değildir: Leonid Andreyev'e göre düşünce insanın düşmanıdır; ayrıca, düşünceyi o bir «şehvet prensibi» heyecanın bir yüzü olarak düşünürdü. Günümüz yazarlarından yetenekli biri ise şöyle demişti:
Rus küçük burjuvasına, bilinmeyen zamanlardan beri akla karşı bir güvensizlik, hatta bir düşmanlık aşılanmıştır. Kilise buna göz kulak olmuş, edebiyat da yardım etmişti. Gogol'un Mektupları’ndan bugüne kadar gelen büyük Rus yazarları arasında, aklın yaratıcı kuvvetini, insanlığa ettiği büyük hizmetleri göz önünde tutarak, değerlendirmiş bir kimseye pek rastlamayız. Leon Tolstoy, Günce'sine 1951 de şunları yazmıştı: «Şuur insanın başına gelebilecek en büyük beladır.» Daha sonra, Arsenyeva'ya yazdığı bir mektupta ise: «Üstün zeka insanı tiksindirir» demişti. Bu düşünce, bu büyük yazarın bütün ahlak felsefesine sızmış, büyük sanatçı eseri üstünde de etkisini göstermiştir. Dostoyevski'nin de akılla hiç başı hoş değildi. Şuur altının korkunç kuvvetlerini, içgüdünün kuvvetlerini dahice göstermiştir ama, zararlı da olmamış değildir: Leonid Andreyev'e göre düşünce insanın düşmanıdır; ayrıca, düşünceyi o bir «şehvet prensibi» heyecanın bir yüzü olarak düşünürdü. Günümüz yazarlarından yetenekli biri ise şöyle demişti:
«Düşünce ızdırap kaynağıdır. Düşünceyi öldürecek kimsenin anısını insanlık şan ve şerefle anacaktır.»
Söylemeğe
hacet yok. Yazar, örneğin Andreyev'in yaptığı gibi, kahramanlarına
kendi duygularını ve düşüncelerini zorla kabul ettirecek yerde,
Stendhal'in, Balzac'ın, Flaubert'in yaptığı gibi, bu duyguların ve
düşüncelerin mantıkî gelişmesini objektif bir şekilde gösteriyorsa da,
bu kahramanların düşüncelerine, duygularına ve eylemlerine karşılık
vermiyor. Söz konusu olan şeyfilan ya da falan yazar değil, son derece
esaslı olan şu olaydır: Burada düşünceye karşı düşmanca bir tutum ifade
edilmiştir. Oysa gerçekten ve son derece devrimci olup, yeni sınıfın
azim ve iradesini örgütleyen düşünce hayatı anlamlı bir eylem olarak,
yaratıcı bir çalışma olarak, bütün kültür hayatını kolektif temeller
üstünde yeniden kurmak hedefini güden bir oluşum olarak düşünür. İşte bu
oluşumun yanında akla düşman olan bir akım açıkça görünmektedir. Devrim
hakkında saygılı bir tavırla, hatta isteyerek yazılmıştır takım
kitaplarda, yazarın belki bilmeyerek, elinde olmayarak, aklın oynadığı
rolü inkâr etmek, aklın «akli olmayan» ya da «şuur altı» karşısındaki
güçsüzlüğünü göstermek arzusunda olduğu sık sık görülüyor, anlaşılıyor.
Bu iş iyi ya-pılsa, öğretici olur. Sanki bu kitapların pek çok kötü
yazılsın diye çıkarılmış bir kanun var. Bu kitapları yazarların teknik
zaafları yüzünden, bunlarda küçük burjuva düşüncesinin etkisini sezmek
pek kolaydır. Yazar kitabın bir yerine öyle bir gaz yerleştiriyor ki,
etkisinin kuvvetli olmamasına rağmen, hele gençleri yine de pek âlâ
zehirleyebilir.
Okuduğu zaman insana eski bir fıkrayı hatırlatan pek çok kitap var. Fıkra şu: Dazlak kafalı biri, uzun saçlı bir adama sormuş:
— Saçlarınızı niçin bu kadar uzattınız?
— O uzun saçlar altında benim de çıplak bir kafam var.
Verilen
karşılık, pek nükteli olmadıktan başka, pekdoğru da değil. Bazı
insanlar vardır ki, kaba saba devrimci cümleler harmanı etrafında
kafalarının dazlaklığını gizlemek istedikten başka, ruhlarının boşluğunu
bile kendilerinden saklamak isterler. Donetz havzasından mektup
gönderen bir işçi de aşağıdaki cümleleri her halde bu türlü kitaplar
yüzünden yazmış olacak:
«Kitabı
açıp yirmi sayfa kadar okuyorum. Sıkıcı. Kullandığı kelimeler, hep
bizim kullandığımız kelimeler ama ne yazık ki yavan, içi boş. Bu tür
kitapları elime aldım mı, şu manzara gelir gözümün önüne: Bir toz bulutu
kalkar, bir çıngırak sesi duyulur, arkasından bizim Zahariç çıka gelir.
Bizim Lipetok kasabasında Aleksandır Zahariç diye baba-can, sarhoş
tipli bir polis komiseri vardı. Ara sıra oturup bizimle içki içtiği,
gençlerle top oynadığı olurdu. Sonra bir kadeh yuvarladı mı sırtımıza
vurur:
—
Gidi melunlar derdi, isyan etmek için daha ne bekliyorsunuz? Çünkü,
burada hiç bir şeycik yok, hep en-, dişe içinde yaşayıp duruyoruz.
Zahariç'in zoru, derdi, Anayasaydı. Anayasa olunca çarın yaşaması da daha kolaylaşacakmış.»
Mektubun
bu bölümünü, işçi kitlelerinden birini düşüncesinin orijinal ve ilgi
çekici rolünü gösterdiğinden tümünü almadım, halk kitlelerinden bir
insanın kitaplardaki samimiyetsizliği büyük bir incelikle anlamağa
çoktan başladığını anlatmak için aldım. Yeni bir şeydeğil elbette bu.
Ama bir kere daha hatırlatmak iyi olur. Evet, küçük burjuvazi büyüyor,
yine palazlanıyor. Okuyucuların bundan sık sık şikâyet eden mektupları
geçiyor elime:
«Küçük burjuvanın zafer kazanmak irin yarattığı hücuma geçiş havası içinde yaşamak çok zor.»
Bu
mektubu yazan partili olmayan, edebiyatçı ihtiyar bir kadındır. Partili
olmayanlar arasında küçük burjuvanın havayı bozduğunu ilk anlayan
yalnız bu kadın değildir. Yine partili olmayan bir okur yolladığı
mektupta tuhaf tuhaf homurdanıyor:
«Bir marş bestelemişler: «özel ti-caret yapan kadın»ın haline herkes acısın istiyorlar... Bu ne bayağılık!»
Küçük
burjuvanın çevresini küçük burjuvayı yavaş . yavaş «kahramanlaştıran»
kendi edebiyatı sarmaktadır. Bu gayet basit bir şekilde yapılıyor: Yazar
Gogol'un Kaput (1) hikâyesinde en anlamsız kişi olan Akaki Akakyeviç'i
ele alıyor, bunu İvan İliç'in (2) ya da Leonid Andreyef'in DÜŞÜNCE adlı
eserindeki kahramanın düşüncesi ile süslüyor ve bu uydurma insan
müsvettesini günümüzün şartlarına ayarlayarak, yeni bir karekter
yarattığını sanıyor. Küçük burjuva bunu okuyor, zevk alıyor, hoşuna
gidiyor : «Yahu benim de derin duygularım varmış meğer!» diyor. Bizim
eski bildik Makar Davuşin ve daha birçok «ezilenler ve hakaret
görenlerin»
- (3)
- yeni kitaplarıma dirilttikleri şeyler işte bunlardır.
- (1)
- Gogol'un bu hikâyesi Üç Hikaye adlı eserinde vardır ve Erol Güney tarafından çevrilip Milli Eğitim Bakanlığınca yayınlanmıştır. (ÇEV.)
- (2)
- Tolstoy'un İvan İliç'in Ölümü hikâyesine ima ediliyor. Bu hikâye Nihal Yalaza Taluy tarafından çevrilip Milli Eğitim Bakanlığınca yayınlanmıştır. (Çev.)
- (3)
- Dostoyevski'nin «Ezilenler» adlı romanı ima ediliyor.
«Şeker, yumurta, tereyağı bol değil» diye neredeyse Dostoyevski vari ızdıraplar çekecekler.
Görülüyor
ki, küçük burjuvaların pek sevilen «eşsiz şahsiyeti» mutlak hürriyete
susamış adam, «benliğini» göstermek emelinde olan ve küçümsediği gerçeği
hiç mi hiç öğrenmek, bilmek istemeyen insan, modernedebiyatta yavaş
yavaş yine görünmektedir. Büyük söz ustalarımızdan alınan malzeme ile
yaratılmış bir kahraman hikâyesini okuduktan sonra, modern küçük burjuva
kendine bakıp kutsal bir vecde gelir, bir mektup kaleme alır, bunda
kendi portresini çizer:
«Bütün
ömrümce yürüdüğüm yol taklit edilemez, eşi bulunmaz, ferdî yoldur.
Çünkü dünyada hiç kimse ömründe ne bu yolda yürüyebilir, ne de bu yolun
benden önce geçilmemiş aşamalardan ilerleyebilir.»
Bereket
versin, bu satırları yazan kimse kendini seyredip duyduğu hayranlığı
sadece mektubunda ifade etmekle yetinmiş. Çünkü bazen, aşağıdaki
sözlerle dolu olan kitaplar da var:
«Bence eserim, şarabın verdiği mestlikten üstün, aşktan daha kuvvetli, uykudan daha tatlıdır.»
O kimse bu cümlenin şüpheli üsluba ile hiç şaşkına dönmeksizin, sözlerine devam ediyor :
«Sanatçıyı
alelade bir insan sayan şüpheciler, «yaratma» ile mest olduğum, alelade
insandan üstün olduğum ve her şeyi bildiğim anlarda ancak
kandırabilirim. Ah! Ben kanun yapan bir insan olsaydım, yer yüzünün her
yerini keskin bakışları ile delebilsinler diye sanatçılara trenlerde ve
uçaklarda yolculuk etmek imtiyazını verirdim.»
Yazar,
büyük bir şevkle sevdiği saçma kahramanının uçup giden ve yüzeysel olan
şeye karşı açıkça gösterdiği eğilimin ne kadar gülünç ve saf olduğunu
anlamıyor. Edebiyat eleştirisi de bunun farkında değil. Yazarlar daha
şimdiden kendilerinin «zekânın aristokratları» olduklarına inanıyorlar.
Bunların eserlerini basıp yayan temiz yürekli, soylu ruhlu kimseler de
bunların çok güzel olduğunu düşünüyor ve okuyucuya gittikçedaha çok
lafebesi romanlar sunuyorlar.. Eleştiriler birbirini yeyip
duracaklarına, birbirlerinin karşısına ideolojik çizgiyi çıkarmakla
uğraşacaklarına, hiç su katılmamış küçük burjuvanın edebiyata
sokulduğunun far-kına biraz olsun varsalar, daha iyi ederler.
Gelişen,
mükemmelleşen sadece gerçek olmakla beraber, yalan da hâlâ
yaşamaktadır. Yalan çok uzun zamandan beri elde ettiği mevkiini
sağlamlaştırmıştır. Gelişmiyor, artık daha ince olamıyor, çelimsiz
yavanlığını, bayağılılığını her geçen gün biraz daha ortaya koyuyor.
Burjuva düşüncesi elli yıldır hiç bir yeni «sosyalfelsefe sistemi»,
burjuvazinin dünyaya hakim olmakiçin tabiat, tanrı, tarih tarafından
yaratıldığını kuvvetle ispat edecek sistemler kuramadı. Nietzchenin :
«Hayat saçmadır, yalan şarttır», «insanın üstüne atılan kurttur»
hakikatinde yüz kızartıcı, tabiata aykırı bir şey yoktur gibi boş laflar
etmek için giriştiği teşebbüsten sonra, Spengler'in
Batının Çöküşü
adlı kitabı, bu soydan daha birçok kitaplar burjuvazide kahraman, azim
ve iradenin tükendiğini bütün çıplaklığı ile anlatmış, burjuvazinin
kesin bir çürümeye doğru adım adım ilerlediğini göstermiştir. Elimizde
Batının Çöküşü kitabında gösterilen delillerden daha çok delil var. Batı
edebiyatında, vaktiyle, tamamıyla yabancısı olduğu etkiler gün geçtikçe
artmaktadır. Buna delil olarak, örneğin Tolstoy'un, Dostoyevski'nin,
İbsen'in etkilerini sayabiliriz. İbsen'in
Nora'sı (1) ve
Denizden Gelen Kadın
adlı eserleri, daha başka kahramanlar gün geçtikçe İngiliz, Fransız ve
Alman romanlarının ve tiyatrolarının kadın kahramanları haline
gelmektedir. «Devletin temelinin» —sağlam burjuva ailesinin—
sarsıldığını gösteren de işte budur. Batı edebiyatçıları, bağımsız bir
ömür sürmek için, eski küçük burjuva geleneklerini cesaretle çiğneyen
hür kadını gün geçtikçe daha sık olarak ele almaktadırlar. Sözde kalan
bir kurtuluş mu bu? Hayır, eylem halinde olan bir kurtuluş. Kadın büyük,
ticaret kurumlarının başına geçiyor, gazetecilik mesleğine, siyasete,
ihtikâr maceralarına atılıyor. Felsefe doktoru Eleonore Kun, Almanyada,
kadınların iktidarı ele almalarını salık vermektedir. Bunun yanında da,
cinsi sefahat almış yürümüştür. Kulamparalık ve zurefalık aşağı yukarı
normal bir olgu sayılıyor. Bunu salık veren dergiler çıkarılıyor.
«Kulampara ve zürafa» kulüpleri, lokantan açılmasına kanun izin veriyor.
Büyükburjuvazi içinde intiharlar çoğalmış, cinayetler almışyürümüştür.
Burjuva gazeteleri bunları hemen her gün hiç bir kaygı duymadan
yazmaktadır. Batı Avrupa yazarları kahramanlarını, küçük
burjuvalarımızın aleyhine, Stendhal, Balzac gibi burjuva gerçeğinin ne
türlü bir yalan olduğunu çoktan anlamış sanatçılardan ve
(1) İbsen'in
Nora (Bir Bebek Evi) adlı eseri Cevat M. Altar tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığınca ya yınlanmıştır. (Çev.)
bilgelerden aldıkları malzeme ile yaratmaktadırlar.
Eleştirici
düşüncenin sosyal hayatın bugünkü şartları karşısında ilerlediğine
işaret etmek yerinde olur. Builerleme en çok Amerika Birleşik Devletleri
edebiyatlarında hızlıdır.
Gerçek
büyümekte ve mükemmelleşmektedir. Bilimsel gerçek olarak, emekçileri
tabiat kuvvetlerine hâkim olmağa, şuurun gerçeği olarak, emekçi
kitleleri sosyal üstünlüklerini, siyasî iktidarı yürütmek haklarını
anlamağa doğru götürüyor. Eski sosyal yalanın Sovyetler Birliğinde pek
yakında birbiriyle kaynaşacak bu iki yaratıcı kuvvet karşısna
çıkarabileceği hiç bir şey yoktur. Bu yalan kendini ancak topla ve
zehirli gazla savunabilir. Bu türlü şeyleri ve küçük burjuvazinin
ideolojisini böyle anlamalıdır.
Küçük
burjuvaların ideolojisi ve ahlaki kollektifçiliğe doğru yönelen insan
azminin ve aklının elini kolunu iyice bağlamağa çalışır. Bu ahlak bizde
dağılıp gitmekte, kaybolmaktadır. Çok çetin ve ızdıraplı olan bu oluşum
insanoğlunun kendi çevresine karşı giriştiği mücadele sayesinde
kazanılmıştır. Bundan üzücü, ama, önüne geçilmesi mümkün bir olgu
doğmuştur. Aynı amacı güden insanlar, yarın için didinen çalışma
arkadaşları birbirleriyle münasebetlerinde ihmalci, kuru davranıyorlar,
birbirlerinin değerlerini takdir etmiyorlar. Hataları göstermekte bir
acelecilik ve bir üstünlük eğilimi var. İnanmış kollektifçiler oldukları
halde, arkadaşları ile hele hele kadınlarla kişisel ilişkilerinde çoğu
zaman haddinden fazla bireyci davranıyorlar. Bunun küçük burjuva
düşüncesinden ileri geldiğine hiç şüphe yok. Onun bıraktığı marazlı bir
miras. Ama insanoğlu kendini on yılda yeniden gençleştirecek ve bu süre
içinde yeni bir ahlak, yeni «tavır ve hareket kuralla-rı» yaratacak
güçte değildir.
Bununla
beraber bana öyle geliyor ki, belki de yeni bir ahlakın temelini teşkil
edecek biyolojik - sosyal bir sağlık sistemini kotarma işine şimdiden
tezi yok girişilebilir. Bu oluşumun kaynağı, milyonlarca küçükpatronu
kültürlü emekçiler, yeni devletin şuurlu kurucuları haline getirmek için
bunları yeniden eğitmek gibi pek büyük bir görevle karşılaşan insanlar
arasında daha zeki ve daha dostça bir birliği gerçekleştirmekteki şuurlu
bir azim olmalıdır. Bu sağlık sistemini geliştirmek, insanları tatlı
insan haline getirmek, küçük burjuva «ideolojisi» zehirinin dirilmesine
karşı, «ezilen ve hakaret gören» küçük burjuvaları kahramanlaştırmayla
mücadele etmek işinin eleştiricilere, siyasi yazarlara düştüğünü
söylemeğe hacet varmı?
Günümüzün
kahramanı, «halk kitlesi»nden olan insan, kültür işçisi, partinin basit
üyesi, mektup yazan işçi, köylü asker, okuma odasının başı, idareci
görevi yüklenmiş emekçi, köylerde çalışan köy öğretmeni, gençdoktor ve
genç ziraat mühendisi, «tecrübeli» ve eylemliköylü, buluş yapan, işçi,
genellikle halk kitlelerinden olan insandır! Dikkatimizi en çok halk
kitlesi içindeki bu kahramanların yetiştirilmesi üstünde toplamalıyız
•
Halk
kitlelerinin birçok şeye ihtiyacı vardır. Bu kitleye son derece az
kitap verildiğini iddia ediyorum. Bu kitle edebî belagatın tatlı dilini
ne yapsın. Ona gerekli olan şey, modern hayat, emekçi halkın daha iyi
bir gelecek uğrunda başka memleketlerde giriştiği mücadele hakkında açık
ve kesin bir şekilde ifade edilen bir gerçek yoğrulmuş ekmektir.
Jiga
Yoldaş «dergiciliği» örgütlemekle, okuyucu kitlesinin Sovyetler
Birliğindeki hayatı tanımak ve öğrenmek istediğini anladığını gayet
güzel gösterdi. «Kurulu makinaları andıran vatandaşlar» beni «söz, kişi
özgürlüğü» ve daha başka kutsal gelenekler aleyhinde bulunmakla
eleştirmek fırsatını belki de kaçırmıyacaklardır. Evet, özgürlük
düzensizlik haline geldiği anda, özgürlüğe karşıyım. Oysa biliyoruz ki,
düzensizlik kendi gerçek sosyal ve kültür değeri hakkındaki duyguyu
kaybeden insanın içinde saklı eski küçük burjuva bireyciliğini başıboş
bırakıp : «Ne sevimli, ne ilginç, ne eşi bulunmaz insanım, ama gel gör
ki, bırakmıyorlar dilediğim gibi yaşıyayım» diye haykırmasıyla başlar.
Haykır-maktan başka bir şey yapamadığına yine bin kere şükretsin. Çünkü,
dilediği gibi hareket etmeğe başlarsa, bir yandan, devrim düşmanının
biri; öte yadan, âdeta devrim düşmanı kadar iğrenç ve zararlı farfaranın
biri olup çıkar.
Devlet
yayınları daha çok dergi çıkarmalıdır. Bu dergiler bir çok okuyucu
yetiştirir. Ama ben dergilerimizin okuyucu kitlesinin bilinç düzeyini
gerektiği kadar gözününe aldığını ve zekâsını yeteri kadar
besliyebildiklerini sanmıyorum.
Polemiklere
gelince; dergilerde bunların başarılı örnekleri var. Ama işin ne
olduğunu az çok bilen bir kimse olduğum halde, ben bunun neden böyle bir
renk aldığını bir türlü anlamıyorum. Z yoldaş X yoldaşla niçin bir
düşmanla tartışır gibi tartışıyor? Her ikisindeki
o acaip ve yersiz kişisel kırgınlık tavrı nereden geliyor? Birbirlerine niçin onurlarını kırarcasına saldırıyorlar?
Polemiğe
girenlerin birbirlerine hiç saygı göstermediklerini, tabiî, kültür
sahibi olmadıklarını da anlatan iki düşman gibi, aynı diller
kullanmalarına ne gerek var?
Edebiyat
kavgalarını inceliyen bir çok kitap gözümün önünde duruyor. Eski
marksçılar burjuva eleştirisi ile polemiğe girmelerini eğilimlerine
sakin bir tavır ile anlaşmasını bilirlerdi. Bu yüzden, makaleleri, son
derece büyük bu kandırma becerisi kazanırdı. Genç eleştirmenimizin,
kendilerine «ideolojik çizgiyi» aslında tam bir doğruluk ve açıklık
vasfına sahip çizgiyi çizerek, bu örneğe uydukları söylenemez. Genç,
eleştiri tartışmasının harareti içinde unutuyor ki, lafazan belagat,
çoğu zaman, «ana çizgi» yi karartmakta, ve kalem tartışması da hele
taşradaki gençler tarafından pek anlaşılmamaktadır. Edebi eleştirinin
«karanlık, karışık», «zıtlıkla dolu» olmasından şık sık şikâyet ediyor.
Edebiyata
yeni yeni başlayan bir genç Ural'dan yazdığı mektubunda diyor ki:
«Moskova'da aile halinde toplanmışlar, sanki dünyada kendilerinden başka
kimse yokmuş gibi tartışıyorlar». Bir başkası ise, yazdığı mektupta
alay ediyor: «Her biri kendisinin en ortodoks Marksist olduğunu iddia
ediyor. Sonuç: Hepsi de ortodosks Marksisttir. Öyleyse, tartışmaya ne
gerek var?»
.................................................................
Eleştirmenler
düşünce ayrılıklarını ve küçük ihtilafları dergilerde çıkan makalelerde
öfkeli öfkeli yazılmış yersiz makalelerde değil de, düzenleyecekleri
konferanslarda bir yola sokmağa başlasalar daha pratik, daha faydalı
olmaz mı? Bana öyle geliyor ki, genellikle, edebiyat meseleleri hakkında
kardeşçe konuşmalar yapmak için küçük küçük eleştirici ve yazar
konferansları düzenlemeleri «bugünkü zihniyet»in emrettiği bir şeydir.
"Mersin Üniversitesi Haber Portalı"