26 Ocak 2014 Pazar

Maksim gorki:küçük burjuva ideolojisi


KÜÇÜK BURJUVA İDEOLOJİSİ

Rus küçük burjuvasına, bilinmeyen zamanlardan beri akla karşı bir güvensizlik, hatta bir düşmanlık aşılanmıştır. Kilise buna göz kulak olmuş, edebiyat da yardım etmişti. Gogol'un
Mektupları’ndan bugüne kadar gelen büyük Rus yazarları arasında, aklın yaratıcı kuvvetini, insanlığa ettiği büyük hizmetleri göz önünde tutarak, değerlendirmiş bir kimseye pek rastlamayız. Leon Tolstoy, Günce'sine 1951 de şunları yazmıştı: «Şuur insanın başına gelebilecek en büyük beladır.» Daha sonra, Arsenyeva'ya yazdığı bir mektupta ise: «Üstün zeka insanı tiksindirir» demişti. Bu düşünce, bu büyük yazarın bütün ahlak felsefesine sızmış, büyük sanatçı eseri üstünde de etkisini göstermiştir. Dostoyevski'nin de akılla hiç başı hoş değildi. Şuur altının korkunç kuvvetlerini, içgüdünün kuvvetlerini dahice göstermiştir ama, zararlı da olmamış değildir: Leonid Andreyev'e göre düşünce insanın düşmanıdır; ayrıca, düşünceyi o bir «şehvet prensibi» heyecanın bir yüzü olarak düşünürdü. Günümüz yazarlarından yetenekli biri ise şöyle demişti:
«Düşünce ızdırap kaynağıdır. Düşünceyi öldürecek kimsenin anısını insanlık şan ve şerefle anacaktır.»
Söylemeğe hacet yok. Yazar, örneğin Andreyev'in yaptığı gibi, kahramanlarına kendi duygularını ve düşüncelerini zorla kabul ettirecek yerde, Stendhal'in, Balzac'ın, Flaubert'in yaptığı gibi, bu duyguların ve düşüncelerin mantıkî gelişmesini objektif bir şekilde gösteriyorsa da, bu kahramanların düşüncelerine, duygularına ve eylemlerine karşılık vermiyor. Söz konusu olan şeyfilan ya da falan yazar değil, son derece esaslı olan şu olaydır: Burada düşünceye karşı düşmanca bir tutum ifade edilmiştir. Oysa gerçekten ve son derece devrimci olup, yeni sınıfın azim ve iradesini örgütleyen düşünce hayatı anlamlı bir eylem olarak, yaratıcı bir çalışma olarak, bütün kültür hayatını kolektif temeller üstünde yeniden kurmak hedefini güden bir oluşum olarak düşünür. İşte bu oluşumun yanında akla düşman olan bir akım açıkça görünmektedir. Devrim hakkında saygılı bir tavırla, hatta isteyerek yazılmıştır takım kitaplarda, yazarın belki bilmeyerek, elinde olmayarak, aklın oynadığı rolü inkâr etmek, aklın «akli olmayan» ya da «şuur altı» karşısındaki güçsüzlüğünü göstermek arzusunda olduğu sık sık görülüyor, anlaşılıyor. Bu iş iyi ya-pılsa, öğretici olur. Sanki bu kitapların pek çok kötü yazılsın diye çıkarılmış bir kanun var. Bu kitapları yazarların teknik zaafları yüzünden, bunlarda küçük burjuva düşüncesinin etkisini sezmek pek kolaydır. Yazar kitabın bir yerine öyle bir gaz yerleştiriyor ki, etkisinin kuvvetli olmamasına rağmen, hele gençleri yine de pek âlâ zehirleyebilir.
Okuduğu zaman insana eski bir fıkrayı hatırlatan pek çok kitap var. Fıkra şu: Dazlak kafalı biri, uzun saçlı bir adama sormuş:
— Saçlarınızı niçin bu kadar uzattınız?
— O uzun saçlar altında benim de çıplak bir kafam var.
Verilen karşılık, pek nükteli olmadıktan başka, pekdoğru da değil. Bazı insanlar vardır ki, kaba saba devrimci cümleler harmanı etrafında kafalarının dazlaklığını gizlemek istedikten başka, ruhlarının boşluğunu bile kendilerinden saklamak isterler. Donetz havzasından mektup gönderen bir işçi de aşağıdaki cümleleri her halde bu türlü kitaplar yüzünden yazmış olacak:
«Kitabı açıp yirmi sayfa kadar okuyorum. Sıkıcı. Kullandığı kelimeler, hep bizim kullandığımız kelimeler ama ne yazık ki yavan, içi boş. Bu tür kitapları elime aldım mı, şu manzara gelir gözümün önüne: Bir toz bulutu kalkar, bir çıngırak sesi duyulur, arkasından bizim Zahariç çıka gelir. Bizim Lipetok kasabasında Aleksandır Zahariç diye baba-can, sarhoş tipli bir polis komiseri vardı. Ara sıra oturup bizimle içki içtiği, gençlerle top oynadığı olurdu. Sonra bir kadeh yuvarladı mı sırtımıza vurur:
— Gidi melunlar derdi, isyan etmek için daha ne bekliyorsunuz? Çünkü, burada hiç bir şeycik yok, hep en-, dişe içinde yaşayıp duruyoruz.
Zahariç'in zoru, derdi, Anayasaydı. Anayasa olunca çarın yaşaması da daha kolaylaşacakmış.»
Mektubun bu bölümünü, işçi kitlelerinden birini düşüncesinin orijinal ve ilgi çekici rolünü gösterdiğinden tümünü almadım, halk kitlelerinden bir insanın kitaplardaki samimiyetsizliği büyük bir incelikle anlamağa çoktan başladığını anlatmak için aldım. Yeni bir şeydeğil elbette bu. Ama bir kere daha hatırlatmak iyi olur. Evet, küçük burjuvazi büyüyor, yine palazlanıyor. Okuyucuların bundan sık sık şikâyet eden mektupları geçiyor elime:
«Küçük burjuvanın zafer kazanmak irin yarattığı hücuma geçiş havası içinde yaşamak çok zor.»
Bu mektubu yazan partili olmayan, edebiyatçı ihtiyar bir kadındır. Partili olmayanlar arasında küçük burjuvanın havayı bozduğunu ilk anlayan yalnız bu kadın değildir. Yine partili olmayan bir okur yolladığı mektupta tuhaf tuhaf homurdanıyor:
«Bir marş bestelemişler: «özel ti-caret yapan kadın»ın haline herkes acısın istiyorlar... Bu ne bayağılık!»
Küçük burjuvanın çevresini küçük burjuvayı yavaş . yavaş «kahramanlaştıran» kendi edebiyatı sarmaktadır. Bu gayet basit bir şekilde yapılıyor: Yazar Gogol'un Kaput (1) hikâyesinde en anlamsız kişi olan Akaki Akakyeviç'i ele alıyor, bunu İvan İliç'in (2) ya da Leonid Andreyef'in DÜŞÜNCE adlı eserindeki kahramanın düşüncesi ile süslüyor ve bu uydurma insan müsvettesini günümüzün şartlarına ayarlayarak, yeni bir karekter yarattığını sanıyor. Küçük burjuva bunu okuyor, zevk alıyor, hoşuna gidiyor : «Yahu benim de derin duygularım varmış meğer!» diyor. Bizim eski bildik Makar Davuşin ve daha birçok «ezilenler ve hakaret görenlerin»
(3)
yeni kitaplarıma dirilttikleri şeyler işte bunlardır.
(1)
Gogol'un bu hikâyesi Üç Hikaye adlı eserinde vardır ve Erol Güney tarafından çevrilip Milli Eğitim Bakanlığınca yayınlanmıştır. (ÇEV.)
(2)
Tolstoy'un İvan İliç'in Ölümü hikâyesine ima ediliyor. Bu hikâye Nihal Yalaza Taluy tarafından çevrilip Milli Eğitim Bakanlığınca yayınlanmıştır. (Çev.)
(3)
Dostoyevski'nin «Ezilenler» adlı romanı ima ediliyor.
«Şeker, yumurta, tereyağı bol değil» diye neredeyse Dostoyevski vari ızdıraplar çekecekler.
Görülüyor ki, küçük burjuvaların pek sevilen «eşsiz şahsiyeti» mutlak hürriyete susamış adam, «benliğini» göstermek emelinde olan ve küçümsediği gerçeği hiç mi hiç öğrenmek, bilmek istemeyen insan, modernedebiyatta yavaş yavaş yine görünmektedir. Büyük söz ustalarımızdan alınan malzeme ile yaratılmış bir kahraman hikâyesini okuduktan sonra, modern küçük burjuva kendine bakıp kutsal bir vecde gelir, bir mektup kaleme alır, bunda kendi portresini çizer:
«Bütün ömrümce yürüdüğüm yol taklit edilemez, eşi bulunmaz, ferdî yoldur. Çünkü dünyada hiç kimse ömründe ne bu yolda yürüyebilir, ne de bu yolun benden önce geçilmemiş aşamalardan ilerleyebilir.»
Bereket versin, bu satırları yazan kimse kendini seyredip duyduğu hayranlığı sadece mektubunda ifade etmekle yetinmiş. Çünkü bazen, aşağıdaki sözlerle dolu olan kitaplar da var:
«Bence eserim, şarabın verdiği mestlikten üstün, aşktan daha kuvvetli, uykudan daha tatlıdır.»
O kimse bu cümlenin şüpheli üsluba ile hiç şaşkına dönmeksizin, sözlerine devam ediyor :
«Sanatçıyı alelade bir insan sayan şüpheciler, «yaratma» ile mest olduğum, alelade insandan üstün olduğum ve her şeyi bildiğim anlarda ancak kandırabilirim. Ah! Ben kanun yapan bir insan olsaydım, yer yüzünün her yerini keskin bakışları ile delebilsinler diye sanatçılara trenlerde ve uçaklarda yolculuk etmek imtiyazını verirdim.»
Yazar, büyük bir şevkle sevdiği saçma kahramanının uçup giden ve yüzeysel olan şeye karşı açıkça gösterdiği eğilimin ne kadar gülünç ve saf olduğunu anlamıyor. Edebiyat eleştirisi de bunun farkında değil. Yazarlar daha şimdiden kendilerinin «zekânın aristokratları» olduklarına inanıyorlar. Bunların eserlerini basıp yayan temiz yürekli, soylu ruhlu kimseler de bunların çok güzel olduğunu düşünüyor ve okuyucuya gittikçedaha çok lafebesi romanlar sunuyorlar.. Eleştiriler birbirini yeyip duracaklarına, birbirlerinin karşısına ideolojik çizgiyi çıkarmakla uğraşacaklarına, hiç su katılmamış küçük burjuvanın edebiyata sokulduğunun far-kına biraz olsun varsalar, daha iyi ederler. 
Gelişen, mükemmelleşen sadece gerçek olmakla beraber, yalan da hâlâ yaşamaktadır. Yalan çok uzun zamandan beri elde ettiği mevkiini sağlamlaştırmıştır. Gelişmiyor, artık daha ince olamıyor, çelimsiz yavanlığını, bayağılılığını her geçen gün biraz daha ortaya koyuyor. Burjuva düşüncesi elli yıldır hiç bir yeni «sosyalfelsefe sistemi», burjuvazinin dünyaya hakim olmakiçin tabiat, tanrı, tarih tarafından yaratıldığını kuvvetle ispat edecek sistemler kuramadı. Nietzchenin : «Hayat saçmadır, yalan şarttır», «insanın üstüne atılan kurttur» hakikatinde yüz kızartıcı, tabiata aykırı bir şey yoktur gibi boş laflar etmek için giriştiği teşebbüsten sonra, Spengler'in Batının Çöküşü adlı kitabı, bu soydan daha birçok kitaplar burjuvazide kahraman, azim ve iradenin tükendiğini bütün çıplaklığı ile anlatmış, burjuvazinin kesin bir çürümeye doğru adım adım ilerlediğini göstermiştir. Elimizde Batının Çöküşü kitabında gösterilen delillerden daha çok delil var. Batı edebiyatında, vaktiyle, tamamıyla yabancısı olduğu etkiler gün geçtikçe artmaktadır. Buna delil olarak, örneğin Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, İbsen'in etkilerini sayabiliriz. İbsen'in Nora'sı (1) ve Denizden Gelen Kadın adlı eserleri, daha başka kahramanlar gün geçtikçe İngiliz, Fransız ve Alman romanlarının ve tiyatrolarının kadın kahramanları haline gelmektedir. «Devletin temelinin» —sağlam burjuva ailesinin— sarsıldığını gösteren de işte budur. Batı edebiyatçıları, bağımsız bir ömür sürmek için, eski küçük burjuva geleneklerini cesaretle çiğneyen hür kadını gün geçtikçe daha sık olarak ele almaktadırlar. Sözde kalan bir kurtuluş mu bu? Hayır, eylem halinde olan bir kurtuluş. Kadın büyük, ticaret kurumlarının başına geçiyor, gazetecilik mesleğine, siyasete, ihtikâr maceralarına atılıyor. Felsefe doktoru Eleonore Kun, Almanyada, kadınların iktidarı ele almalarını salık vermektedir. Bunun yanında da, cinsi sefahat almış yürümüştür. Kulamparalık ve zurefalık aşağı yukarı normal bir olgu sayılıyor. Bunu salık veren dergiler çıkarılıyor. «Kulampara ve zürafa» kulüpleri, lokantan açılmasına kanun izin veriyor. Büyükburjuvazi içinde intiharlar çoğalmış, cinayetler almışyürümüştür. Burjuva gazeteleri bunları hemen her gün hiç bir kaygı duymadan yazmaktadır. Batı Avrupa yazarları kahramanlarını, küçük burjuvalarımızın aleyhine, Stendhal, Balzac gibi burjuva gerçeğinin ne türlü bir yalan olduğunu çoktan anlamış sanatçılardan ve
(1) İbsen'in Nora (Bir Bebek Evi) adlı eseri Cevat M. Altar tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığınca ya yınlanmıştır. (Çev.) bilgelerden aldıkları malzeme ile yaratmaktadırlar.
Eleştirici düşüncenin sosyal hayatın bugünkü şartları karşısında ilerlediğine işaret etmek yerinde olur. Builerleme en çok Amerika Birleşik Devletleri edebiyatlarında hızlıdır.
Gerçek büyümekte ve mükemmelleşmektedir. Bilimsel gerçek olarak, emekçileri tabiat kuvvetlerine hâkim olmağa, şuurun gerçeği olarak, emekçi kitleleri sosyal üstünlüklerini, siyasî iktidarı yürütmek haklarını anlamağa doğru götürüyor. Eski sosyal yalanın Sovyetler Birliğinde pek yakında birbiriyle kaynaşacak bu iki yaratıcı kuvvet karşısna çıkarabileceği hiç bir şey yoktur. Bu yalan kendini ancak topla ve zehirli gazla savunabilir. Bu türlü şeyleri ve küçük burjuvazinin ideolojisini böyle anlamalıdır.
Küçük burjuvaların ideolojisi ve ahlaki kollektifçiliğe doğru yönelen insan azminin ve aklının elini kolunu iyice bağlamağa çalışır. Bu ahlak bizde dağılıp gitmekte, kaybolmaktadır. Çok çetin ve ızdıraplı olan bu oluşum insanoğlunun kendi çevresine karşı giriştiği mücadele sayesinde kazanılmıştır. Bundan üzücü, ama, önüne geçilmesi mümkün bir olgu doğmuştur. Aynı amacı güden insanlar, yarın için didinen çalışma arkadaşları birbirleriyle münasebetlerinde ihmalci, kuru davranıyorlar, birbirlerinin değerlerini takdir etmiyorlar. Hataları göstermekte bir acelecilik ve bir üstünlük eğilimi var. İnanmış kollektifçiler oldukları halde, arkadaşları ile hele hele kadınlarla kişisel ilişkilerinde çoğu zaman haddinden fazla bireyci davranıyorlar. Bunun küçük burjuva düşüncesinden ileri geldiğine hiç şüphe yok. Onun bıraktığı marazlı bir miras. Ama insanoğlu kendini on yılda yeniden gençleştirecek ve bu süre içinde yeni bir ahlak, yeni «tavır ve hareket kuralla-rı» yaratacak güçte değildir.
Bununla beraber bana öyle geliyor ki, belki de yeni bir ahlakın temelini teşkil edecek biyolojik - sosyal bir sağlık sistemini kotarma işine şimdiden tezi yok girişilebilir. Bu oluşumun kaynağı, milyonlarca küçükpatronu kültürlü emekçiler, yeni devletin şuurlu kurucuları haline getirmek için bunları yeniden eğitmek gibi pek büyük bir görevle karşılaşan insanlar arasında daha zeki ve daha dostça bir birliği gerçekleştirmekteki şuurlu bir azim olmalıdır. Bu sağlık sistemini geliştirmek, insanları tatlı insan haline getirmek, küçük burjuva «ideolojisi» zehirinin dirilmesine karşı, «ezilen ve hakaret gören» küçük burjuvaları kahramanlaştırmayla mücadele etmek işinin eleştiricilere, siyasi yazarlara düştüğünü söylemeğe hacet varmı?
Günümüzün kahramanı, «halk kitlesi»nden olan insan, kültür işçisi, partinin basit üyesi, mektup yazan işçi, köylü asker, okuma odasının başı, idareci görevi yüklenmiş emekçi, köylerde çalışan köy öğretmeni, gençdoktor ve genç ziraat mühendisi, «tecrübeli» ve eylemliköylü, buluş yapan, işçi, genellikle halk kitlelerinden olan insandır! Dikkatimizi en çok halk kitlesi içindeki bu kahramanların yetiştirilmesi üstünde toplamalıyız
Halk kitlelerinin birçok şeye ihtiyacı vardır. Bu kitleye son derece az kitap verildiğini iddia ediyorum. Bu kitle edebî belagatın tatlı dilini ne yapsın. Ona gerekli olan şey, modern hayat, emekçi halkın daha iyi bir gelecek uğrunda başka memleketlerde giriştiği mücadele hakkında açık ve kesin bir şekilde ifade edilen bir gerçek yoğrulmuş ekmektir.
Jiga Yoldaş «dergiciliği» örgütlemekle, okuyucu kitlesinin Sovyetler Birliğindeki hayatı tanımak ve öğrenmek istediğini anladığını gayet güzel gösterdi. «Kurulu makinaları andıran vatandaşlar» beni «söz, kişi özgürlüğü» ve daha başka kutsal gelenekler aleyhinde bulunmakla eleştirmek fırsatını belki de kaçırmıyacaklardır. Evet, özgürlük düzensizlik haline geldiği anda, özgürlüğe karşıyım. Oysa biliyoruz ki, düzensizlik kendi gerçek sosyal ve kültür değeri hakkındaki duyguyu kaybeden insanın içinde saklı eski küçük burjuva bireyciliğini başıboş bırakıp : «Ne sevimli, ne ilginç, ne eşi bulunmaz insanım, ama gel gör ki, bırakmıyorlar dilediğim gibi yaşıyayım» diye haykırmasıyla başlar. Haykır-maktan başka bir şey yapamadığına yine bin kere şükretsin. Çünkü, dilediği gibi hareket etmeğe başlarsa, bir yandan, devrim düşmanının biri; öte yadan, âdeta devrim düşmanı kadar iğrenç ve zararlı farfaranın biri olup çıkar.
Devlet yayınları daha çok dergi çıkarmalıdır. Bu dergiler bir çok okuyucu yetiştirir. Ama ben dergilerimizin okuyucu kitlesinin bilinç düzeyini gerektiği kadar gözününe aldığını ve zekâsını yeteri kadar besliyebildiklerini sanmıyorum.
Polemiklere gelince; dergilerde bunların başarılı örnekleri var. Ama işin ne olduğunu az çok bilen bir kimse olduğum halde, ben bunun neden böyle bir renk aldığını bir türlü anlamıyorum. Z yoldaş X yoldaşla niçin bir düşmanla tartışır gibi tartışıyor? Her ikisindeki
o acaip ve yersiz kişisel kırgınlık tavrı nereden geliyor? Birbirlerine niçin onurlarını kırarcasına saldırıyorlar?
Polemiğe girenlerin birbirlerine hiç saygı göstermediklerini, tabiî, kültür sahibi olmadıklarını da anlatan iki düşman gibi, aynı diller kullanmalarına ne gerek var?
Edebiyat kavgalarını inceliyen bir çok kitap gözümün önünde duruyor. Eski marksçılar burjuva eleştirisi ile polemiğe girmelerini eğilimlerine sakin bir tavır ile anlaşmasını bilirlerdi. Bu yüzden, makaleleri, son derece büyük bu kandırma becerisi kazanırdı. Genç eleştirmenimizin, kendilerine «ideolojik çizgiyi» aslında tam bir doğruluk ve açıklık vasfına sahip çizgiyi çizerek, bu örneğe uydukları söylenemez. Genç, eleştiri tartışmasının harareti içinde unutuyor ki, lafazan belagat, çoğu zaman, «ana çizgi» yi karartmakta, ve kalem tartışması da hele taşradaki gençler tarafından pek anlaşılmamaktadır. Edebi eleştirinin «karanlık, karışık», «zıtlıkla dolu» olmasından şık sık şikâyet ediyor.
Edebiyata yeni yeni başlayan bir genç Ural'dan yazdığı mektubunda diyor ki: «Moskova'da aile halinde toplanmışlar, sanki dünyada kendilerinden başka kimse yokmuş gibi tartışıyorlar». Bir başkası ise, yazdığı mektupta alay ediyor: «Her biri kendisinin en ortodoks Marksist olduğunu iddia ediyor. Sonuç: Hepsi de ortodosks Marksisttir. Öyleyse, tartışmaya ne gerek var?»
.................................................................
Eleştirmenler düşünce ayrılıklarını ve küçük ihtilafları dergilerde çıkan makalelerde öfkeli öfkeli yazılmış yersiz makalelerde değil de, düzenleyecekleri konferanslarda bir yola sokmağa başlasalar daha pratik, daha faydalı olmaz mı? Bana öyle geliyor ki, genellikle, edebiyat meseleleri hakkında kardeşçe konuşmalar yapmak için küçük küçük eleştirici ve yazar konferansları düzenlemeleri «bugünkü zihniyet»in emrettiği bir şeydir. 

"Mersin Üniversitesi Haber Portalı"